24 Mayıs 2012 Perşembe

uyuşuk ve ferahım

banyoya bir çubuk güneş sızıyor. su zerreleri o güneşte dalga dalga alçalıyor. alçalıyorlar çünkü güneşin sızdığı noktadan serin hava iniyor. elini ışığın altına uzatınca elin yanacak diye korkuyorsun çünkü parmakların fena halde ışıldamakta. buharlar yükseliyor.

[ölçülü miktarda parlak alanlar (şiddetli kontrast), renk uyumu, yoğun ton geçişleri ve derinlik hissi.. kolaycı için grafik formülü.]

rüyasını görmeye gerek yok. kendisini görmeye kafan olacak. şezlonga yatmaya falan kafan olacak. yazmayı beklemekle yazdıktan sonra beklemek arasında önemli farklar var. oh. ferah uyandım. gece çok içim sıkılsa da sebat edip o dandik bildirinin taslağını bitirdim. şimdi gelsin keyifli işler. şezlong. kahve. python ve grafikler.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

çok yorgunum

ama bu bildiriyi yazacağım.
bu makaleleri göndereceğim.
bu doktorayı bitireceğim.
bu projeleri sonuçlandıracağım.

bu sürecin bir noktasında uzun bir tatil yapacağım.
sonra sürecin başka bir noktasında yaptıklarım yeniden keyifli bir hal kazanacak.

bir rüya gördüm.
delft'teyim. rüya değil. ordaki eski evim boşmuş oraya yerleşiyorum. bisikletimi de buluyorum. sonra ortada bir sehpa var etrafından dolanırken bu bir rüya olabilir mi acaba diyorum zira çok saçma. nası eski evim orda olabilir. hele bisiklet? onu istasyonda bırakmıştım öylece. iki yıl kadar önce. ve tabi bu ev aslında galata'daki eski evimizi daha çok andırıyor, masa da ordaki alçak sehpa. ama o anda bunu düşünemiyorum. pencereye gidiyorum. böyle ince ince dalga dalga bir yağmur yağıyor ve o kadar güzel ve gerçek ki. bu gerçek. o zaman ben gidip protokolümü bulsam ya diyorum. evet tamam ben bu işe bir bakayım diyip eeepc'mi açıyorum. iyi hissediyorum, meseleleri kendi elime alabileceğim. ve tabii çözeceğim, kendime güvenim var. sonra bir şey oluyor. bunun rüya olduğunu anlıyorum. nasıl olduğunu hatırlamıyorum. kendimi uyandırdım. kendimizi kandırmaya tahammülümüz yok.

kierkegaard, tekrar üstüne ve sürekli sorgulama...
sartre, angajmanlar ve özgürlük çatışması üzerine...
heidegger, kararlılık üzerine...

bu varoluşçuluğu belirli bir tarihsel dönem üzerinden açıklayanlar var.
oysaki, ilgili eserlerin verildiği tarihsel dönemler birbirini tutmuyor.
yaşlar tutuyor.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

yapay yollarla üretilememiş olan

[bu yazı tasarım durumu, çerçeveleme faaliyeti, tasarım problemi ve bütüncül stratejilerle ilgili]


bahsettiğim stk ile ilgili bir iki de logo denemesi yaptım. verdiğim denemelerle ilgili eleştiriler eleştiriden çok öneri formuna girmeye başlayınca durum üzerine biraz düşündüm. logo, bir bina ya da mutfak robotu gibi tasarım ürünlerine kıyasla daha basit bir sistem. ama basit de olsa o da bir makine. parçaların birini şurdan alıp şuraya koyunca ya da rengini değiştirince ya da döndürünce ya da oraya bir grafik öğe ekleyince tüm bütünü etkileyecek şekilde makine dönüşüyor ve işlememeye başlayabiliyor. zira hem biçimsel olarak hem işlevsel olarak, sıkı biçimde entegre edilmiş özlü bir mekanizması var.. bi de her logo temsil ettiği kurumla ilişkili bir kavramsal çerçeveye oturuyor. ve o çerçeve tasarımcı tarafından oluşturuluyor, tasarımcının duruma getirdiği yorumu içeriyor ve nihai ürünü mümkün kılan da bu çerçeveleme zaten. problem böylece tanımlanmış oluyor ve ürüne doğru gidilebiliyor... taslak kullanıcıya iletildiğinde değişiklik önerileri gelebiliyor: şöyle olsun böyle olsun şurasını sevmedim... ve ama basit görünen bir değişiklik kavramsal çerçeveyi ortadan kaldırmaya kastedebiliyor... o yüzden bu tip öneriler karşısında bazen diretmek gerekebiliyor. bu durum bana önemli bir kuralı hatırlatıyor elbet: tüm istekleri uzlaştırmak iyi tasarımla sonuçlanmaz (referans istenirse, Dorst, 2006. Undertanding design. bu hususa bir bölüm ayrılmış).

e peki, bunun sonucu olarak, mesela, katılımcı tasarım, ya da daha ötesi, konsensüs tasarımı, o zaman, kötü tasarım ürünleriyle sonuçlanmaya mahkum mudur? böyle bir tehlike bulunduğu kesin ve katılımcı pratiklere yönelik en sert eleştirilerden biri bu (komite tasarımı, her görüşü uzlaştırmaya çalışırken sonuçta hiç bir şeye benzemeyen tasarımlar için kullanılan bir tabir...) konsensüs arayışı iyi bir yönetim tavrı ama ideal bir tasarım örgütlenmesi ortaya çıkarmıyor...

ve ama katılımcı tasarım tavırları da tasarımcı olmayan kişilerin sürece nasıl katılacağını genelde önceden iyicene tariflenmiş yöntemler üzerinden sınırlayarak bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyorlar. sonuçta temel kararlar alındıktan sonra iş büyük ölçüde meslekten tasarımcılara bırakılıyor (bu paragraf için kaynak, Sanoff, 1990. Participatory design: theory and techniques). ancak tasarım süreci diyelim ki tek müşteriyle iletişim halinde tasarlama durumundan yine de farklı... zira bu iyi kurgulanmış yöntemler, diyelim ki farklı üsluplardan cephelerin katılımcılara gösterilmesi gibi prosedürler içerebiliyor: "post-modernist mi istersiniz, modernist mi, high tech mi?" gibilerinden.. ya da katılımcılara sınırlı sayıda alternatif sunmak ve tartışmaları en aza indirgemek için 'problemin ufku' daraltılabiliyor... insanda tasarım durumunun fazla basitleştirilip rutin hale getirildiği izlenimi uyandıran teknikler göze çarpıyor... Bir de Christopher Day diye bir mimar var (Consensus Design diye bir kitabı var). meslek pratiğini (Daydream Design) konsensüs tasarımı adını verdiği bir kolektif tasarlama yöntemine adamış. gerçekten binayı katılımcılarla birlikte tasarlıyor, katılımcıları biçimsel tasarım aşamalarına da olabildiğince katıyor ve ilginç ürünler veriyor. ancak ürünler tüm işlerde aynı üslubu takip ediyor. zira yöntem üslubu da belirliyor. bu örnekte de tasarım durumunun sınırlandığını ve bir tür basitleşmenin en baştan kabul edildiğini görüyoruz. yöntem, durumdan ne yönde bir problem tarifine hatta nasıl bir ürüne gidileceğini büyük ölçüde tarifliyor...

buna karşılık 'kendin-yap'çı (DIY) tavır ürünlerin sorunlu, basit, basmakalıp, özetle amatör halini baştan kabul ediyor, hatta böylesi bir durumu ve karşılık gelen estetiği yüceltiyor. ayrıca, en azından yazılım tasarımı alanında, insanların kendileri için ürün vermeleri durumunun çeşitli açılardan daha iyi sonuç vereceğini savunanlar da var. bunun örnekleri vizyoner-mimarlık-tarihinde de bulunuyor, misal Yona Friedman. ve gecekondu tipi konut modelleri de bir dönem önemli bir alternatif olarak yüceltilmiş belli çevrelerde. (benim görüşüm, mimarlık güzel ve hayatı zenginleştiren bir uzmanlık ama kimsenin temel ihtiyacı değil. ve mimarla çalışmak zor ve pahalı. mimarı ve devlet regülasyonlarını sırtlarından atan işgalci ve kendin-yapçı gruplar  hayatlarından pek bişey kaybediyor gibi görünmüyorlar.)

son olarak, tasarım durumunu basitleştirmeye yönelik benzer yaklaşımların gönüllü biçimde kabullenildiği bir alan da işte tasarımda hesaplamalı ve üretken pratikler. hele de insan tasarımcının rolünü azaltmayı hedefleyen çalışmalarda efenim, bazı örneklerde, hesaplamalı tekniklerle uyuşturulabilsin diye, tasarım durumu son derece sade problem tarifleri içine baştan yerleştiriliyor (bu da bir tür çerçeveleme aşaması sayılabilir), ya da gerçek dışı oyuncak tasarım problemleri icat edilerek şu ya da bu yöntemi geliştirmeye yönelik deneysel uygulamalar yapılıyor (ki benim doktorada takip ettiği yol bu ikincisiydi).

tasarımda ilginç olan ise...




15 Mayıs 2012 Salı

iş yapmak

bir grafik tasarım ajansına gittik. bir tür stk için bir rapor tasarlanacak. bizimle ajansın bu işe atadığı tasarımcı değil bir proje yöneticisi görüştü. brief'i o oluşturdu yani ve tasarımcıya o verecek... bu proje yöneticisi müşteriyle görüşme esnasında yapılacak işi ve iş programını net biçimde tarifliyor ve yazılı hale getiriyor... ajans bunu özellikle böyle yapıyor. rapor denen şeyin sınırlarını çizmişler. geçmişte de bu işi çok yapmışlar ve bir takım rapor şablonları oluşmuş. problemi o sınırlar dahilinde daha tasarımcıya gelmeden önce olabildiğince tarifliyorlar. içerik ve tasarım da büyük ölçüde ayrılıyor. içeriğin uygulamadan önce netleşmesi ve bir daha değişmemesi bekleniyor. bu da problemi net biçimde çözündürmeyi (decomposition) ve zamansal olarak aşamalandırmayı sağlıyor.

ideal bir durumda, bu yaklaşımla, tasarım durumunu o kadar net biçimde ayrıştırıp o kadar tarifliyorlar ki, aslında bu noktadan sonrası yapay ajanlara devredilebilirdi. problem 'iyi tanımlanmış' bir hale geliyor da denebilir. teknik tabiriyle 'rutin tasarım'a dönüşüyor. problem bu kadar tarifli bir hale geldiğinde tasarımcının kafa yoracağı çok da fazla bir şey kalmıyor. içeriği tasarımdan ayrıştıran ve şablonlar üzerinden otomatik uygulama sağlayan içerik yönetim sistemleri ve hatta otomatik veb sayfası üreten sistemler mevcut malumunuz. ama mesela iş akışı içinde iki kere müşteriden geri besleme alınıyor. düzeltmelerin anlaşılmasını ve uygulanmasını otomatize etmek zor olabilir. ama bu toplam işin küçük bir kısmını oluşturuyor.

belirli bir sürede, belirli bir maliyette ve belirli bir kalitede, yani güvenilir biçimde, müşteriye hizmeti sunabilmek, kendi ofislerinin ortaya koyduğu mesaiyi de ücretlendirmek ve bu ücreti aşan işlere girişmemek... iş yapmayı ve karşılığını doğru biçimde almayı bilmek... öte yandan tasarımda heyecanlı olan ne varsa onu işin içinden çekip almak...

proje yöneticisinin tavrı bir tasarımcıdan çok farklı. ben şu kadar kalem işi şöyle teslim ederim şu sürede veriririm diyebiliyor mesela.. acaba bir tasarımcı bunu diyebilir miydi? çünkü, müşteri tam olarak neler istediğini bilmiyor ve hep daha fazlasını istiyor, bir iş için anlaşıyor, 5 farklı iş istemeye başlıyor, kendi üstüne düşeni, yani içeriğin oluşturulmasını bir takvime koyamıyor, biçimsel olarak talepleri var onların pazarlığına girmeye başlıyor vd. tasarımcı bu noktalarda daha esnek bir tavır sergilerdi, zira öyle yetişmiş, her bir duruma çözümler aramaya başlayabilirdi oracıkta müşteriyle birlikte.. böylece iş asla bitirilemez ve deadline'a gelindiğinde apar topar yetiştirilen iş istenen kaliteye getirilemezdi ya da deadline'lar sürekli ertelenirdi.. iş yapmayı bilmekle tasarımcılık iki farklı uçta yer alıyormuş gibi geliyor bana hep...

şimdi, bir grup insanla bir ürün oluşturulmaya çalışıldığında, asla yeteri kadar zaman yok, taraflar ara aşamalardaki taahhütlerini zamanında yerine getiremiyorlar, kaynaklar doğru tahmin edilemiyor (kaynakları aşan taahhütler verilebiliyor), program sarkıyor ve kalite beklentileri çok yüksek ve ayrıca herkes de sonuçlar kendi zevkine göre olsun istiyor.. zevkleri uyuşturmak zaten sözkonusu değil... iş yapmayı bilmek, olurunu bulmak, sonuca ulaşmayı becermek, tasarımın yaratıcı yönünü belli aşamalarda askıya almayı gerektiriyor. öyle ki, bu durumda olduğu gibi, sonucu garantiye almak için o alan iyice daraltıla-da-biliyor. yani ajansın tasarımcısı sadece rapor için uygun renkleri seçecek ve metnin ve spotların düzenlenmesi için oldukça dar bir repertuvardan seçimler yapacak. sonra da bunu uygulayacak. bunu ne zamana yetiştireceği de belli. ama sonuçta ortaya düzgün bir iş çıkacak, zamanında basılacak, maliyetleri makul düzeyde kalacak ve hem ajansı hem de o stk'yı gerektiği gibi temsil edecek.

bir de logo tasarımı işi vardı... stk'nın bunun için bütçesi yok. ajans bu işi gönüllü olarak üstlenebileceğini söylüyor. ancak, işin ilginç yanı, bunu ücretsiz yaparsak bir ay süre isteriz diyorlar. tüm raporun tasarım ve basımı için bir ay isteyen ajans logo tasarımı için de bir ay süre istiyor, daha kısa sürede yapamayız diyor, çok net. gerekçe şu: bunu ücretsiz yapacağımız için biz bunu yarışmalara göndereceğimiz, portfolyomuza koyacağımız bir prestij işi olarak yapabiliriz ancak diyorlar. ve logoyu ajansın senyör tasarımcılarından biri üstlenecek. keyfe yapacak yani. onun için de yeteri kadar zamana ihtiyacı var. doğru düzgün bir iş çıkarabilmesi için... ama para verilse hemen uygun bişey yapıp verecekler yani :)

ben de bir şekilde işin içindeyim ve keyfim için yapıyorum tabii. bir takım verileri görselleştiren bir iki grafik yapmayı üstlendim.. alanımı biraz geniş tutmaya çalışıyorum. bunu yaparken iş yükümü yapabileceğimin üstünde artırmamaya çalışıyorum. stk ile doğrudan bağlantıdayım. içeriğin elime ulaşmasını beklediğim kadar o içeriğin seçilmesine de katılmak durumunda kalıyorum, aslında bu alanımı genişletiyor ama bir yandan üstüme vazife olmayan kısımlara karışmamam ve verilerin elime zamanında geçmesi için talepkar olabilmem gerekiyor.. ve yapacağım işin türü ve niteliği değişip durduğu için fazla da bişey üretemeden beklemek durumunda kalıyorum uzun uzun... tabii bu ajans gibi net bir kurumsal yüz sunmam mümkün değil... ajans karşısındaki tarafı da düzgün bir şablona oturtuyor, yoksa müşterisi darmadağın.. zor dengeler... belki ilginçliği de burdadır..

bu toplantıdan önce de okulda bir komisyon toplantımız vardı. iş yapma konusunu orda da düşündüm epiy. orda baya iş çıkardık. biraz sevimsiz olmuşumdur belki toplantı esnasında. ama iş çıkardık. kararlar verildi. sanıyorum pratik sayılabilecek çözümler bulduk. ve tuhaf ama bu okulda, bugün, bir toplantıda, üstelik zor ve karışık bir konuda ve vaktimizi verimli biçimde kullanarak, işleri, görünürde, bir programa oturttuk. sorun nerede çıkacak diye bekliyorum şimdi :)

11 Mayıs 2012 Cuma

ama dünya karışık

bir süredir buraya bir takım konuları yazmak istiyordum. ama buraya uymadı o konular.. fakat bir takım okumalar yığılmakta, doktoranın hafiflemesini sabırla bekleyen bir takım temalar yeniden el atılmayı beklemekteydi. kenarlar'a demin şunu yazdım:

"bir takım konularda ve bir takım referanslar üzerinden yazmak ve not almak istiyordum bir süredir. bir takım yeni okumalar var, onlarla ilgili notlar birikmekte ve bazı eski konulara dönmek istiyorum ve sonra yazdığım(ız) bir takım metinler var, orlarda ortaya atılan ve daha öte tartışılması gereken fikirler oluyor ve metnin ortamı ve gerekleri yüzünden kısaca geçilmiş noktaların başka üsluplarla yeniden işlenmesi de lüzumlu olabiliyor... ve bir takım referansları ve okumaları zaman zaman kısa notlar ekleyerek duyurasım geliyor.. bunları araştırma günlüğünde yapayım diyordum ama bir türlü yaraştıramıyordum. buraya da uymuyor. o yüzden kafam karışık değil'e yeniden el attım. bi parça düzenledim ama daha elden geçmesi gerekiyor.. eskiden alınmış notların yeniden paketlenmesi gerek... yeni paketlerin bir bir açılması gerek.. yavaş yavaş yapacağım sanıyorum... şu anda aklımdaki temalar şunlar: ütopik anlatılar ve ütopyacılık zanaatı, kurgucu bakış ve öykücü, bireysel özdeşlik ve nihilizm, zihin ve felsefesi, yapay zeka ve tasarımda yapay ajanlar, tasarımın pratiğine ve ürününe yönelik alternatif arayışlar, yatay örgütlenme ve karar alma tavırları ve katılım..."

bazı temaları yine buraya yazarım diye düşünüyorum. tasarım (ve kuramları) üzerine, metodoloji üzerine, eğitim üzerine... zamanla kendi başına paketlenmeyi gerektiren bir konu olursa onu da ka.ka.değil'e kaydırabilirim.. burda biraz karalama kabilinden yazmak daha uygun oluyor... geçen bikaç yıl boyunca bir takım akademik okuma ve yazma faaliyetlerim oldu.. buraya pek de yansımadılar.. oysaki geçen yıllarda buraya karaladıklarım o metinlere şöyle ya da böyle yansıdı.. biraz bu paralellikler falan da görünür olsun istiyorum.. onu tam nası yaparım onu da bilmiyorum.. bu blog her zaman biraz kan revan içinde kalacak ama sonuçta içeriği biraz daha yoğunlaştırmak istediğim kesin. hep magazin olmaz... buralarda olup bitenler ilk olarak KYNIK için yazmakta olduğum son yazılara yansıyacak. sonra belki başka türlü bir aperiyodik yayın çıkarırmışım gibi geliyor. o da ilginç bir fikir.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

şiir, öykü, uzun öykü, roman, bildiri, makale, tez

zihnin dibi delinerek akademik metin yazılagelmesi. ya da esasında halihazırda yazılmış şeylerin parça parça farklı akademik formatlara dökülürken yeniden elden geçirilmesi. bir tür post-prodüksiyon. ve iyi oluyor. insan hızlıca yazıp geçtiği bir takım meseleleri tekrar, daha derinlikli, daha bir kavrayışla ve çaprazlama ilişkiler üzerinden yeniden düşünebiliyor. ama bunlar bir bitsin, önümüzdeki yıllarda akademik metinler yazı faaliyetimin minimal bir porsiyonunu işgal edecek. yılda bir iki metin.. en paylaşmaya değer konularda... çünkü hani akademik özeni ve tutumluluğu, bunların karşılık geldiği bildiri, makale ve tez formatlarının şekillenişini anlıyor ve takdir ediyorum da, bu akademik edebi türler beni kuruttu yordu sıktı. akademik tür ve üslupları meydana getiren etkenler bütününün bir yüzünde gereksiz laf kalabalığı yapmamak, birbirinin vaktini çalmamak, anlaşılır olmak gibi hedefler bulunmakla beraber, öbür yüzünde de yazı yazmakta (ve belki okumakta da) fazla usta olmayan kişilerin dahi akademik iletişime katılabilmesini sağlama arayışı yatıyor. ben de yani hayatında kalemi eline sadece tez yazmak ya da bildiri yazmak için almış kişilerle aynı üslupta, benzer içeriklerle ve aynı kısıtlar altında yazıyor olmaktan sıkılıyorum artık (hele bir de türkçe'de akademik metin yazmak bildiğin çirkin bir iş, takip etmen beklenen akademik üslup biçimsel açıdan bildiğin çirkin). tek tesellim başına oturduktan sonra hızlı yazıyor olmak. ama genelde ortalamadan daha kaliteli ürünler veriyorum diyemem. çünkü bunlar akademik faaliyetler üzerinden üretilmiş içeriğe odaklı yazılar. içerik ise sırf iyi yazmakla oluşturulamıyor. okuduğunla, alıntıladığınla, tartıştığınla ve saha çalışmaların ve projelerinle gelişiyor. bunlar oluşturuldukça bunları açık, anlaşılır ve özlü biçimde yazmak gerekiyor. bu alemde iyi yazmak bu anlama geliyor. şimdi yeni içerik üretmiyorum. üretecek halim yok. bir post-prodüksiyon dönemi bu. en fazla bir iki yeni referans ekliyorum, bir iki yeni bağlantı kuruyorum ya da bazı hususları daha iyi ifade etmeye çalışıyorum. ama iyi bir yazı yazmak gibi bir arayışım yok. bir akademik metni hazırlayıp yerine postalamak bir tatmin duygusu yaratıyor yine de. epiydir ertelenmiş bir işi bitirmek türünden... ve somut yani. hakem değerlendirmesinden geçip de yayınlanırsa somut bir çıktı kabul ediliyor. iyi bir yazı olması gerekmiyor. somut bir çıktı olması gerekiyor. o zaman bişey yapmış sayılıyorsun. temizlik, boya, ya da alışveriş gibi... ama işte bir yazı yazmaktan alınan hazzı da vermiyor. ayrıca kasıtlı biçimde bir edebi tür içinde yazmak da bana göre değil. hiç öykü yazmadım mesela, hep yazı yazdım. şimdi özet, giriş, ana metin, sonuçlar ve referanslar yazıp duruyorum. kafayı rahatlatıyor tabii de, tahta rahatlığı... 2,5 yıl önce hiç bildirim yoktu. çünkü hiç meyletmemiştim öyle fakir bir ifade aracına. akademik etkinlikler de hiç ilgimi çekmemişti. konuları öylesine sınırlanmış... katılımcıların çoğu alanlarının dar sınırlarının dışına taşan bir entelektüel donanımdan yoksun... şimdi bir sürü bildirimiz oldu. ve konferanslara büyük ölçüde benim gibi genç araştırmacılar katılıyormuş.. onlar hem entelektüel donanımdan yoksun hem de alanlarına ait birikimleri sınırlı. yine de konferanslar önceden düşündüğüm kadar sıkıcı değil. tabii o konu üzerine çalışıyorsan... belki makaleler falan da yayınlayacağım şimdi... sorarlarsa göstereceğim bak böyle böyle benim de akademik olduğumun somut belgesi bunlar. ve tamam tekrar söyleyeyim, anlıyorum, akademik dünyanın kuralları öyle boşa gelişmiş değil, hepsi verimlilik ve özen için yazılmış. ama bunları yayınladım diye kendimi anlamlı bir iş yapmış gibi hissetmiyorum işte.