30 Mart 2011 Çarşamba

birinci sınıf stüdyosuyla ilgili bildiğimiz şeyler var

en başta bir seri farklı iş-üretim-süreç türünden haberdarız. bunların bazıları ikililer halinde bir seri skalaya oturtulabilir.. böyle bir skalalar uzayında aşağı yukarı dolanıyoruz. işte mesela,

_kısa (yarım saat) vs. uzun işler (bir dönem),
_zor (karmaşık brieflerle tariflenen, ya da tarifi karıştırıldıkça karıştırılan [bu dönem yaptığımız gibi] ve/ya fazla bilgi gerektiren) vs. kolay işler (anlık ve esasında tasarımcı olsun olmasın herhangi bir insanın başedebileceği türden tasarım işçikleri),
_stüdyoda yürüyen (eve ödev bırakmayan türden) vs. evde yürüyen işler (tümüyle evde yapılıp getirilen işler mesela),
_problem çözmeye yakın (bundan pek yapmıyoruz aslında ama işlerin orasında burasında karşılarına çıkıyor ve lise eğitimleri gereği ilk başta bu tür işlere daha yatkın geliyorlar, sonra hızla bu yetileri kaybediyorlar) vs. tasarıma yakın işler (belirsiz, açık uçlu işler),
_birebir ölçekte üretilen işler-nesneler vs. çeşitli ölçeklerde çalışılan mekansal işler.

ayrıca skalalar ya da ikililer içinde yer alması gerekmeyen iş türleri de var:

_biçim ve fikir aramaya (maketler, eskizler, grafikler),
_tasarım araçlarını öğrenmeye (elişine alışmak, maketle çalışmak, bilgisayar programlarını 'etkili' kullanmayı öğrenmek),
_içerik üretme tekniklerini geliştirmeye (analizler, haritalamalar),
_metin üretmeye - öykülemeye (okumalar yazmalar),
_sunmaya,
_arşivlemeye-kaydetmeye,
_sergilemeye ve yayına yönelik..

birkaç madde daha eklenebilir. ama bir yıl o kadar uzun bir süre sayılmaz. herşeye yetişilmiyor. tabi bir iş asla bir tek başlığa adanmıyor. çıkış noktası bu başlıklardan biri olabiliyor bazen ama hemen hepsi bir grup iş tipini birlikte deneyimletiyor.

tasarlama bilgisi (?) açısından bakınca, stüdyo programına muhakkak aldığımız başlıklar var, buradaki bilgi üretim tekniklerinden ayrılabilir bir bilgi türü değil pek. mesela strüktür ve malzeme konusunu bir tür sezgisel-integral-tasarlama tavrı içinde işlemeye çalıştığımız görülüyor (genelde temel kavramları aktarabildiğimiz kuşkulu, yine de taşıyıcı strüktürü binanın-ürünün tasarlanması gereken bir yönü olarak yerli yerine oturtuyoruz gibi). mekanın özellikleriyle ilgili, yani iç-dış, ışık, zeminle ilişki gibi bir seri konudan birkaç tanesini işliyoruz. işlev-program-yaşantı (genelde "karma"larla işliyoruz), kentsel bağlamda tasarlama (genelde kentin en sıkışık ve karmaşık bir bölgesine gidiyoruz, bir de kent dışına geziye gidip orlarda tespit, tasarım vd işlerine girişiyoruz, biraz harala gürele oluyor ama bir giriş yapmış oluyoruz), harita okuma, arazi maketini üretme, veri toplama ve haritalama (genelde veri'yi de haritalama'yı da aktarmayı beceremiyoruz), eğrisel bir yüzeyi ölçerek bilgisayarda modelleme ve sonra üçgenlemeler yoluyla tekrar katı modelini üretme (niye illa üçgenlemeye tutuluyoruz denirse, kolay üretim için.. eldeki imkanlarla ilkel bir CAD-CAM süreci tarifleme hevesinden kaynaklanıyor bu.. çok başarılı olmuyor bu süreç genelde, çünkü yürütücüler tarafından yeteri kadar vakit ayrılmıyor, savsaklanıyor)... bazen yapıyoruz ama mevcut örnekleri ya da mimarlık tarihinin önemli binalarını incelemek tehlikeli oluyor, olmazsa olmaz değil. ayrıca, yürütücü örnek getirecekse bol miktarda getirmeli. tek örnek hemen her zaman facia demek. bilgiyle ilgili önemli bir not: yürütülen işler tarafından gerektirilen bilgi miktarı arttıkça öğrenci çalışacağı alana vakıf olmaya başlıyor. bu da karşısına çıkan problemlerin karmaşıklıklarını idrak etmesine, problemlerin ona daha zor gelmeye başlamasına sebep oluyor. fakat böyle tasarımcı olunuyor işte. gittikçe zorlaştırmak gerekiyor. ama abartmadan.

araçlar ve teknikleri bilgiden ayrıymış gibi düşünürsek, en başta maket alışkanlığı (çarpı 3), sonra serbest çizimler, eskizler, diyagramatik ifadeler, grafik tasarım ve yayın araç ve teknikleri, temel teknik çizim hususları (çok derinine girmiyoruz), film, animasyon, modelleme, sunum, haritalama, fotoğraf...

genel kültür ve zihinsel donanım açısından metin okumak (önemli, ağır, bir önerisi olan metinler, tercihan mimarlık dışından), tartışmak, yazmak (bu da yaparak öğrenilen bir iş çünkü) ve yayınlamak (genelde fanzinler.. bu dönem bir uluslararası öğrenci toplantısına stüdyomuzdan bir metin gitti, göğsümüz kabardı).. bir yandan da yetişilebilirse geçen yüzyılın önemli isim ve akımlarıyla ilgili sunumlar yürütmek iyi oluyor.

stüdyonun kurgulanmasıyla ilgili bişeyler de öğrendik, ben öğrendim yani. mesela uzunlu kısalı işlerin biraraya girmesi, aynı anda 2-3 işin birlikte yürümesi, en yukarıda andığım işler uzayında sürekli gidiş gelişler, belirli bir anda tek işle meşgul olmaktan çok daha iyi yürüyor. sonra, gruplara ayrılmak, yani belirli bir anda bir yürütücünün bir gruptan sorumlu olması, tüm tatsızlığına rağmen, stüdyonun verimliliği açısından daha iyi işliyor. o zaman tüm ürünlere zamanında bakmak, her öğrenciye üretimleri üzerinden yeteri kadar zaman ayırmak mümkün oluyor, ayrıca bu yürütücülerin aralarındaki çatışmaları da azaltıyor. kaçak öğrenciler açısından ise fazla bir değişiklik yarattığı kanaatinde değilim. kaçak her zaman bir kaçış üretiyor. bu gruplaşma işinin tüm döneme uzaması pek hoş olmuyor, onun yerine paketlere ayrılmak ya da iş bazında grupları sürekli karmak daha ferah olabiliyor (yazdığım ikinci bilgisayar programı stüdyo gruplarını karıyordu :]) (ilki apartmanın su masrafının dairelere bölünmesiyle ilgili hesaplamaları yapıyordu :D) (sonuncusu bitirme öğrencilerinin jüriye çıkma sırasını önceki jürilerdeki sıralarını da dikkate alarak kurayla belirliyor :|, temin yazdım :]). belirli iş tiplerinin editör yürütücüleri olması da iyi işliyor. dönemin başında esnek bir program çerçevesi yapmak ama detayları kurgulamaya çalışmaktan kaçınmak gerekiyor, stüdyo beklenmedik bir alan zira. blog yürütücüler açısından çok önemli bir araç, hem arşiv hem duyuru alanı olarak işliyor, ama öğrenciler için bu işlevler önemli değil, dolayısıyla blogu yürütücüler işletmeli. sergileri ve organizasyonları ise baştan sona öğrenciler üretmeli. iyi beceriyorlar bu işleri. yürütücüler ilgili kırtasiyeyi aradan çıkarmalı ve destek olmalı. sonra, efendim, ben yürütücülerin stüdyonun zaten bir miktar dayattığı sallanma, yavaşlık, atalet haline körükle koşturmasının sonuçlarını tatsız buluyorum. stüdyoya fazla geç kalmamak lazım, çok harala gürele koşturmak ve agresiflik de iyi değil tabii, makul bir ölçü tutturmak lazım rahatlık ve programa sadıklık arasında. stüdyoda ayar vermenin zaman zaman gerekli olduğunu çoğu yürütücü düşünür. ben bu ayarların işe yaradığını düşünmüyorum (her ne kadar kendim de zaman zaman gereksiz patlamalar yaşasam da). keyifle rotasında ilerleyen bir iş öğrencinin sebepsiz boykotundan dolayı kesintiye uğramıyor. iş zor ise, ya da öğrencilerin başka yoğunluk ya da etkinlikleri varsa bu kesintiyi, boykotu ya da yavaşlığı hiçbir ayar, hiçbir azar, hiçbir haykırma tonu engelleyemiyor. sonra zaten bu engeller ortadan kalktığında stüdyo tekrar rayına oturuyor; iyi kurgulandıysa, iyi işlendiyse ve öğrenciye bir üretim keyfi kazandırdıysa tabii. yürütücüler her yıl işleri kendileri de eğlenerek yeniden tariflerse, programa yeni (mümkünse yepyeni) işler katarsa, yürütücü stüdyonun bu şekilde üreten bir parçası olursa zaten o keyif ve motivasyon öğrenciye de geçiyor. yoksa zaten boş. stüdyo da boş. ayarlar da boş. kendinden açık görünen ve zaten yaygın olarak kabul gören bazı tavırları da atladığım sanılmasın diye not edeyim: üreterek öğrenmek, yürütücünün yönlendirici olmaktan ziyade eşlik edici bir tavır içinde olması ve mesela hatalarını öğrencilere aktarmaktan kaçınması ve öğrencilerin kendi hatalarından öğrenmeleri sürecini desteklemesi.. hm. yoksa o kadar yaygın değil mi? söylemek gerçekleştirmekten zor mu acaba?..

tüm önemli başlıkları yazmış olmam mümkün değil. yine de bakıyorum da, işbu maddeler takip edilirse, düzgün bir birinci sınıf stüdyosu yaşanacaktır gibi geliyor. orası öyle. bunu gerçekleştirmek de o kadar kolay değil. ama yetmiyor da burdan ötesi aranıyorsa, onun da başka sebepleri var; stüdyonun öğrenciyi meslek insanı olarak dönüştürmekteki etkililiğinden başka...

sonra diğerleri de toparlanıyor?

girişimlerim dibe dibe çökerken kalkıp bisikletime atlıyorum ve boldere gidiyorum, saksıya domates tohumu atıyorum ve yarışma yer görmelerine uzanıyorum. maymun iştahlılık değil. zaman planlayamamak değil. hayalcilik değil. insanın birbiriyle ilgisiz bir seri şeyi birarada takip etmesi şart. böyle olunca asla herşey bir arada tepetaklak olmaya bir arada yokuş aşağı düşmeye bir arada dibe doğru yolalmaya başlayamıyor. illa birinden biri umut vadediyor. birinde çökerken diğerlerine sarılıyorsun. uzun bir süreç bu.

28 Mart 2011 Pazartesi

nerde o eski küstahlığımız?

bir takım hususların üzerinden usulca atlıyorum. sanki yok. sanki yapmam lazım değil. bir takım haberleri yerine yetiştirmiyorum. sanki bir an önce iletilmeleri gerekmiyor. çeklistlerim bir yerlere kayboldu. çeklistsiz dolanıyorum!? bilerek yada bilmeyerek unutuyorum savsaklıyorum atlıyorum ihmal ediyorum.. bi yandan da unutmaya, savsaklamaya, atlamaya ve ihmal etmeye asla katlanamıyorum.

hiç kendimden beklemezdim bu tavırları. cepheden değil mi biz cepheden hep? demek ki durumlar da insanı yönlendiriyor. altından kalkamayabileceğimizi gördüğümüz girişimler, ardı ardına gelen tatsız haberler, ne yaparsak yapalım uygun gelen yollara sevkedemediğimiz süreçler... du bakalım diyorsun. ya da onu bile diyemiyorsun. ııh. ımh. pif.

25 Mart 2011 Cuma

akademik iflas

kabul etmem lazım, akademik çalışmalarda olmazsa olmaz olan bazı meziyetlere sahip değilim. işin ilgili kısımlarını beceremedim. ve bu genelinde araştırma(cılığı)mı iflasa sürükledi. eğitim faaliyetinden sözetmiyorum. o da şu anda çok parlak olmamakla beraber çok umutluyum o konuda. araştırma diye ifade edip geçtiğim o alanla ilgili bir iflas bu... doktora sürecinde beni zorlayan da bu beceremediğim yönler oldu büyük ölçüde. iş, çok ve düzenli çalışmak, yoğun konsantrasyon, üretkenlik ve yaratıcılık ile olup bitseydi eğer, sanıyorum daha umutlu olabilirdim. bunlar konusunda iyi olduğumu, olabildiğimi gördüm bu süreçte. ama işin en önemli kısmını çözmüyor bunlar. insan verimsiz yolları takip ettiğinde ne kadar çok çalışırsa çalışsın ne kadar yaratıcı olursa olsun anlamlı sonuçlar alması zorlaşıyor.

en önemlisi 'diğer insanlar' başlığı. diğer insanlardan, özellikle konusunun uzmanlarından destek alabilmek, onlarla ortak çalışabilmek, kontaklar kurmak ve korumak, uygun bir görüş alışverişi tonu tutturabilmek ve araştırmalara dair meseleleri bir hafiflik bir rahatlık içinde sohbetlerin içine yedirebilmek... ama evet en başta konusunun uzmanı olan kişileri bulup onlarla kontak kurup bu kontakları koruyup bu insanlardan destek almayı başarmak, doğru yönlendirilmek, doğru insanlarla çalışmak ve onlarla çalışırken de onlardan faydalanmayı becermek, görüşlerini dinlemek, gösterdikleri yolları daha bir ciddiyetle takip etmek... daha az ukalalık daha çok saygı, daha çok beşeri temas... fiyii, keşke hiç girişmeseymişim, o kadar benden uzak özellikler ki... [ama mesela tasarımla uğraşmak için bunlar olmazsa olmaz özellikler değil!?] doktora tek başına yürütülebilir bir faaliyet gibi gelmişti bana. korkum yoktu. şimdi var. açıkça kabul etmem lazım, beceremiyorum. daha ağır hakaretleri yazmak istemiyorum. o kadarı bana kalsın.

bir kurgum vardı, 3-4 yıl kadar önce aklımı işgal eden bir sahne, bir görüntü.. o ana kadar kapılmayı reddettiğim bir hayhuya atılıyorum. hayatım çalışmak oluyor.

bunu gerçekleştirdim. mutlu da oldum. olmuştum yani. şimdi bu kurgu miadını doldurdu. bir takım hususlar yeniden şekillendirilecek.

24 Mart 2011 Perşembe

alarm alarm alarm

resmen moralim bozuluyor. kabullenemiyorum. stüdyonun geldiği hali. öğrencilerin edindiği biçimlenmeyi... hala gelip bana sordukları soruları... stüdyonun atıllığını.. hala sanki anlamı varmış gibi yeni bişey üretmedikleri halde tekrar tekrar hocalar arasında turlayıp durmalarını... ve hocaların bi sorun yokmuş gibi aynen bildiklerine devam etmelerini... (hatırlatayım: tasarım alanında esas olarak üreterek ve araştırarak öğreniliyor. üretip araştırdıktan sonra yürütücülerle iletişim içinde olmak da anlamlı olabilir. ama araştırmadan, peşine düşmeden, üretmeden, denemeden hocalarla tekrar tekrar konuşmanın nasıl bir anlamı olabilir? olduğunu düşünen kendini kandırıyor. hoca ise de kandırıyor, öğrenci ise de kandırıyor. ayrıca yanlış da yapıyor. kafasını kaldırıp stüdyonun haline bakmayan, konuştukça konuşan, anlattıkça anlatan hoca yanlış yapıyor. stüdyoyu sadece bişeyler yaptığını hocaya göstermek gayesiyle kullanan (kullanmayan) öğrenci de yanlış yapıyor. sanki suçu öğrenciye atmışım gibi oldu. ama durumu bu hale getiren tabi ki ekip olarak biziz.) devam etmekte olan şeyle ilgili kötü yazmak doğru değil belki ama herşey geçip gittikten sonra da bu anlar unutuluyor.

bu süreçte ben de temel bir hata yaptım sanıyorum, teknik konularla ilgili her soruya yanıt vermeye çalışarak.. artık bir sorunu çözmeye anlamaya hiç çalışmadan doğrudan bana geldikleri oluyor. e ama hiç... e bi internete girip.. e bi tutorial.. hayır linkini de gönderdim.. o konuda da daha ketum olmak gerekiyor. yardım sunmadan önce öğrenciyi kendi kendine öğrenmeye, bir sorunu kendi başına çözmeye, işe el atmaya sevketmeyi denemek.. aksi taktirde belki de yardım sunmamak?

itü.
itü sen böyle üretiliyorsun. yeniden ve yeniden.
resmen kabullenemiyorum.

alarmın sebebi halimiz değil. bu ekip ile bu hali aşamayacağımızı anlamış olmamız. bu noktayı nasıl aşacağız göremiyorum. stüdyonun halini yürütücü ekibiyle konuşamıyorsam, dertleri onlarla konuşamıyorsam? konuşmaya çalıştığımda sadece alınganlıkla karşılaşıyorsam? çözüm belli iken bunu yılın başından beri uygulayamamışsak?

ekip olarak, başarabildiğimiz kadarıyla, uzlaşma üzerinden devam ediyoruz. ama bir takım hususlarda karar veremeyişimiz... bazen bir kelime üzerinde bile uzlaşmamız mümkün olmuyor.. aslında ilginç.. işlerin seyrini ilginç bir şekilde etkiliyor bu durum.. fakat sonuç olarak işleri etkili biçimde sunamıyoruz, öğrencilerle iletişimimiz daha zorlu yollara sapıyor ve stüdyoda hızlı müdahaleler gerçekleştiremiyoruz. yok "gerçekleştirelim yapalım edelim hemfikiriz" diyoruz da, sonra o gün gelince işler hep farklı gelişiyor. ister istemez bu duruma en çok uyan kelimeyi kullanacağım: sabotaj. kimse isteyerek diğerlerini sabote etmiyor, ama sonuç bu; her birimiz diğerinin inşa etmeye çalıştığı yürütücü tavrının altını oyuyoruz...

sürekli bir dirençle mücadele ediyor gibi hissediyorum. sürekli bir direnç... direnç... neye direniyorlar ama... ve niye... niye????? ve ben niye bu direnci aşmaya çalışıyorum? niye yani? sonuçta 6 ay geçince öğrenciler de aynı saflara katılıyorlar. onlar da direnç cephesine geçiyorlar. o zaman?

zaten, ahlaki olarak, direnç varsa insanın onu anlaması lazım. isyandan ziyade..
zorlamamak lazım. ısrar da iyi bişey değil. kabullenemiyorum ama işte. bozuluyorum.

tabii bu yıl öğretici olan sadece hatalar ve eksikler değil. doğru uygulamalarımız da oldu. zor işler öğrencileri daha çok geliştirebiliyor. bunu yaşadık. stüdyoda işler-problemler-sorular-konular'ın gittikçe zorlaşması -abartmamak kaydıyla- iyi oluyor. bunu gördük. aksi taktirde çocuklar tekrara girmiş gibi hissedebiliyorlar. seviyeyi artırıyoruz, işleri daha zor daha karmaşık hale getiriyoruz, daha çok bilgi gerektiren işlere giriyoruz. ama zorlaştıkça işler, iç sıkıntısıyla yazılıyor stüdyonun tarihi.

çözüm olarak şunlar denenebilir: 1. zor işleri dahi eğlenceli ve ferah (şen) tariflemek ve işlemek. 2. fikir vermek yerine yöntem denetmek, bunun için de stüdyo saatlerini kullanmak: deneye itmek... bu yıl ikisini de pek beceremiyoruz. hiç bir işe bir coşkuyla giremiyoruz. hep tedirginlik, ciddiyet, tutukluk... işin isminden başlıyor bu. veriliş-verilemeyiş tarzıyla, anlatılışıyla da ilgili...

18 Mart 2011 Cuma

kuşak

yorgunluğumu biraz üzerimden atınca aklıma yazacak sayısız konu gelmeye başladı, birikmiş. toparladıkça -ve belki doktora haritama iliştirdikçe- buraya koyabileceğim ancak. ya da unutacağım gidecek. ama yazmazsam belki şişeceğim konular var. mesela kuşak. bizim de kenarından içinde yer aldığımız kuşaklar.. bizim kuşağın algısı bilgisi vizyonu hedefleri... böyle bir kuşak var, mimarlık eğitiminin mimarlık eğitimi olduğu zamanlarda ve mimar olmak isteyerek okuyan, sonra mimar olmak için pratiğe atılan, gittikçe daha dar çerçeveler ve daha oluru-bulunmuş yollar üzerinden düşünmeye sevkedilen, bir seri yeni aracın alanı işgal ettiğinin farkında olan ama bu araçları eski alışkanlıklar, eski modeller üzerinden algılayan, onları eski-araçların-işini-yapan-yeni-araçlar olarak kullanan... yani bu araçların aslında tasarım faaliyetini ve tavırlarını dönüştürmekte olduğunu algılasa da duruma ayak uyduramayan ve gerçekliği -tanıdığı zemini?- ayağının altında tutmaya çalışan? bunu yaparken türkiye'deki inşaat pratiğinin durağanlığını ve değişime direnen zihin katılığını kanıt gösteren?

okulda şu andaki asistan ve hoca kadrosunun ciddi bir kısmı bu kuşağın mensubu. zaten farklı bir bakış geliştirebilecek, yeni araçlara hakim olup güncel tasarım-üretim denemelerini takip edebilecek kuşaklar yeni yeni yetişmekte. belki onların yetişmesi de biraz geriden geliyor, onları yetiştiren kuşakların durumu (bizim durumumuz) belli işte... onlar belli bir noktaya geldiğinde dünya da farklı bir noktaya ilerlemiş olacak.. kendimizi dünyayla kıyaslamaya başlamak birden kadük kalmamız anlamına geldi. bizim kuşağın daha orta yaşlı mensupları durumla barışmış görünmekteler. kuracaklarını kurmuş, istediklerine kavuşmuş gibiler. ama bu okulumuzu fena bir durağanlığa sevkediyor. ya da durağanlığından çıkmasını engelliyor.

bu kuşağın ilk üyelerinin yoğun katkısıyla oluşmuş bir yöntemler-yaklaşımlar ailesini bugün 3400'de kullanıyoruz. bizler de bir takım eklemeler yaptıysak da bu stüdyoya geldiğimizde oturmuş pratikler zaten mevcuttu. son yıllarda yürekli ve irem'in 3400'e giriş-çıkışı dışında önemli bir katkı-değişim yaşanmış gibi gelmiyor bana. iki yıl önce kaçak grup'ta mimarlıktan olabildiğince uzaklaşıp daha ferah gönüllü (ve şen?) bir 'deneme'ler tavrına gitmiştik, ama esasında o zaman yaptığımız, 3400'de mevcut olan tavırlar ve yürekli'nin yoğun 'deney' vurgusu arasında dengeli bir nokta aramak olarak da okunabilir.

bugün deney'den yana tavır koymak istiyorum. sonuçların önemli olmaya başlaması, süreç ve deneyimden önce sonuçların garanti altına alınmaya çalışılması hoşuma gitmiyor. yani "n'aparsak yapalım sonuca varılabilecek bir ölçekte ve garantili bir güzergahta kalalım, olurunu bulalım, sonuca ulaşalım" vd.. bu bakışı anlıyorum, sonuç verebileceğini görüyorum. ama bu bizi sanki yürütücünün işlerliğini bildiği bir alana hapsediyor? burda ilk bakışta bir sorun yok gibiyse de bizim okul bağlamında şöyle bir sorun var: yürütücü ekibi olarak aslında zamanı geçmiş bir kuşağız. bu durum birinci sınıf stüdyosunu olduğu kadar bitirme ödevini de etkiliyor.

yürütücü ilk önce, bence, stüdyoda ortaya çıkan somut ürünlerin kendi ürünleri olmadığını idrak etmeli. bir müelliflik gerginliğinden azade olmalı. sonra da ürünlerin değil deneyin, deneyimin, kendini geliştirmenin önemli olduğunu hatırlamalı. stüdyonun üretimi deneyimdir, yöntemi denemedir, tavrı açıklık ve esnekliktir. biraz 'itelemek' ise biraz da 'peşine takılmak'tır. yürütücü bir stüdyonun tasarlama güzergahını bir işe başlamadan önce bilemez, tarifleyemez. tasarım nasıl karmakarışık bir süreç ise stüdyo da karmakarışık bir süreç, herhangi bir tasarım problemi nasıl baştan belirli olmayıp çözüm ile birarada evriliyor ise stüdyonun işleyişi de baştan belli değil ve 'iş/deney' sürecin gelişimiyle tarifleniyor.

14 Mart 2011 Pazartesi

bu bahar ne acayip bişey

yaz akşamı sıkıntısı indi gibi sanki.
birden geldi.
içim bir acayip.
kapı pencere açık.
şezlong terasta.
bu doktorayı böyle bir akşam paramparça edebilir?
ama kafa toparlanacak.
doktora kanalına girilecek.
giriliyor.

bit.

geçen hafta dönemin ilk bitirme jürisi (oturumu) vardı. ben de görevliyim.
öğrenciler bu okulun çıkaracağı en iyi bir grup öğrenci. gayretliler, çalışmışlar, ifade araçlarına hakimler, bir sürü ideogramlar, grafikler, şemalar, sunumlar, vidyolar.. dertlerini anlatabiliyorlar.
jüri bu okulun çıkaratacağı en iyi bir jüri, yani zor olur tasarım açısından daha iyi jüri üretmek bu okuldan.
nasıldı jüri?
bu aşama açısından iyiydi.
öğrenciler sonuca gidecek bir yol bulmaya çalışırken tüm repertuvarlarını işe koşmuşlar, onu göstermenin gayretindeler. ilgili ilgisiz, yaptıkları tüm çalışmaları sergilemekteler.. grup aşırı kalabalık. jüri, oturumun erken bitmesi için yorum yapmamaya gayret ediyor. zaten yapacak yorum da pek yok, henüz işin başı ve bu noktada bol bol konuşmak anlamlı ya da faydalı olmayabiliyor. bir an önce mimarlık sularına gelelim de konuşacak bişeyler olsun der gibi duruyor hocalar...

bitirme stüdyosu gelsin:

ben ise bir yandan oturumla ilgili ıvır zıvırı yoluna koymaya çalışırken şunları düşünmekteyim: bitirme ödevinin bu yapısı artık kadük olmuş gibi görünüyor. artık bitirme de bir stüdyo olmalı sanki. o stüdyonun konusuyla ilgili uzmanlar teknik nitelikte bir destek vermeli stüdyoya.. çeşitli eşiklerde jüriler yine yapılabilir.
bir sürü mimarı biraraya getirmek.. yani nitelikleri birbirinden gerçekten farklı olmayan, projeye verebilecekleri destek birbirinden gerçekte pek de farklı olmayan 7-8 mimarın yanyana oturup bıdır bıdır hep aynı minvalde dönen, hep aynı minvalde döndüğü için de herkesin bıktığı, zaten işe de yaramayan eleştiriler üretmek için enerji harcaması yerine çocuklara belirli alanlarda daha ileri düzeyde bilgi-beceri-teknik kazandıracak bir mezuniyet stüdyosu yürütülmeli sanki artık. paftalara bakıp eleştiri yapmanın miyadı dolmuş. artık anlamlı değil. o da anlaşılıyor.

ön çalışmalar bir iz bulmayı sağlıyor:
paftalar sonuçta varılan noktayla doğrudan ilişkisi kalmamış analiz ve araştırmalarla doluydu.
ben de tasarımın bu ilk aşamalarındaki araştırma-analiz işlerinin işleviyle ilgili düşündüm:
1. iyice bir durumu öğrenelim de sonra saçma bişey yapıp yamulmayalım.
2. bir yol bulmalıyız ve yolun nerden bulunduğu belli değil, tentiküllerimizi her yana yayalım ve bir tutamak bir iz (bir ne?) bulmayı umalım.

iyi fikirler ve vasat:
öğrencilerden biri kuvvetli olabilecek bir öykü kurgulamıştı. bana sorarsanız jüriye gelen 29 iş arasında en iyi başlangıç buydu. zeka güzel bişey. dokunaklı. ama jüri en çok onu eleştirdi. ve işi anlamlı bir yöne sevkedecek eleştiriler değildi bunlar. tatsız eleştirilerdi. o projeyi bıraksın, şurasını burasını törpülesin gibilerinden, yani sonucu bu şekilde olacak şekilde..
kızdım.
jüriye.
bir hocamdan bahsetmiştim geçen yıllarda bu blogda. şu an okulumuzun en yaşlı isimlerinden. ve hala en ilginç en ilham verici işleri çıkartan da o. zaman zaman onun tuhaf tavırlarına şahit oluruz. niye böyle yaptı deriz. yanlış bir tavır deriz. ters konuştu deriz. anlam veremeyiz. ama bu okulda geçirdiğim her hafta, her ay, her dönem bana onun nasıl böyle bir noktaya, nasıl bu tip davranışlara vardığını örnekleriyle gösteriyor. hak veriyorum demiyorum. ama kendim de gittikçe ters, çatışmacı tavırlar geliştirmeye başladığımı hissediyorum. çünkü vasatlık güzel fikirlerin önünü tıkamak için bitimsiz bir savaş veriyor. niçe'nin düşüncelerini de sevmem aslında ama...

küçük tur:
sonra herkes gitti.
geç olmuştu, hepsi koşarak gittiler.
ben de geri kalan çöpleri ve ıvır zıvırı sakin sakin toparladım.
tüm mavi kapakları ayırdım.
klipsleri kurtardım.
tbt'ninkini tbt'ye verdim.
sepetten aldım çekmeceye koydum.
sonra odaya çıktım.
dışarda kar yağdığını hatırladım.
kahveme baileys damlattım (doldurdum)
küçük tura çıktım.
3400 yaylasında kar tipiye dönmüştü.
terasta vakit geçirdim biraz.
sonra küçük turumu tamamladım.

bu hale nasıl geldim diye düşünmek.
bu yoğunluk.. ordan geliyor burdan geliyor o bitmeden bu geliyor bu bitmeden şu geliyor. tipi gibi.
eskiden uzun uzun ince ince şuna buna dertlenip efkarlanacak kadar bol zamanım vardı.
tüm boş sınıfları tek tek kontrol edecek kadar bol..
bir tur,
bir büyük tur,
sonra bir küçük tur daha atacak kadar.
bardağımdan şarap eksik olmuyordu.
şimdi kafam kaldırmıyor.
çünkü kaldırması lazım.
işim var.

belki bir tv bağlatmak iyi gelir?
yatay durup bişey yapmamanın bahanesi olsun diye.
hiç doya doya boş duramıyorum.
günlerce boş durmak istiyorum.

aslında geziden geldik.
kafamın biraz dinlenmiş olması lazım.
dinlenmedi ama.
bugün tatil yaptım.
o da bitti.
yarın işbaşı.

6 Mart 2011 Pazar

da.. kı.. ku..

okulda olmanın ilginç yanları var.
bi kere onlar hep aynı yaştalar.
onlardan yüzlerce var.
hep aynı yaşta oldukları için hep aynı düzeyde enerji, merak, meraksızlık, istek isteksizlik..
hep aynı kuşakla uğraşmanın ilginç yanı var demek daha uygun gibi..
insan bazen hayatını yüzlerce kişinin arasında geçirmekte olduğunu unutuyor.
bugün 60, yarın 30, seneye 25.. geliyorlar.
sonuçta biz yaşlanıyoruz. onlar yaşlanmıyor. yaşlananlar gidiyor.
sürekli karşımızda onlar olduğu için yaşlanmakta olduğumuzu farketmeyebiliyoruz.
anlamsız bir 'entry' oldu. zaten blogspot'a erişim bir acayip.
açılana kadar burda ne demek istediğimi bulur düzeltirim belki.