19 Aralık 2011 Pazartesi

ödül

çalkantılı, bol inişli çıkışlı zamanlar... sonra tuhaf bir biçimde sabırla beklediğim ödül töreninde ardı ardına bizim stüdyonun öğrencileri ödül almaya çıktılar. geçen yılki öğrencilerimiz o stüdyoda yaptıkları işlerle toplam dört ödül aldılar. alkışlandılar. alkışladık. koltuklarımız kabardı. herşey o kadar boşa değil. belki de yeniden güven duymaya başlamam lazım.. bir takım şeylere..

28 Kasım 2011 Pazartesi

sonuç olarak: ilginç bir tecrübeler yığınıydı. ama tavsiye etmiyorum.


bir seri haber var, özetle: (1) doktoramın taslağını yazdım. (2) güzel oldu. (3) hocalarıma yolladım, cevap beklemeye başladım. (4) bir hafta içinde omuz ve sırt ağrılarım geçti. (5) o ara bildiriler sunuldu, yeni bildiriler toparlandı, makaleler için kafalar toplanmaya başlandı, bekleyen projelere girişildi, stüdyo bir şekilde yürüdü vd. (6) sanki bir haznede yavaş yavaş biriken bir cismin tamamını tüketmişim gibi hissediyorum, hiç gücüm yok, yavaş yavaş gücüm yerine gelecek ve belki sürüklenmekten öte bir şeyler yapmaya yeniden başlayabileceğim diye umuyorum.

geriye dönüp bakıyorum, tabii daha bitmiş değil, daha yapılması gereken çok şey var, bir seri eşik daha var, sorunlar çıkacaktır. ama, geriye dönüp bakıyorum, bu doktora sürecinde yapmam gereken her şeyi gayet güzel yapmışım gibi duruyor. giriştiğim işlerin hepsini bir yere ulaştırmışım, hepsi olmuş gibi görünüyor. hatta.. işin başındaki beklentilerimi epiy aşan bir seviyede... [başarı! :)]

yayınlar, projeler, metnin kendisi gibi somut ürünler bir yana, hesaplamalı mimarlık konuları gibi daha önce hiç bilmediğim bir alana geçiş yaptım ve iyi kötü bu alanın temel meselelerini anlamaya başladım. programlama öğrendim ve yeni bir araç setine kendimi açtım... bir de.. doktora seni şurdan alıp başka bir noktaya kadar taşıyan bir süreç. artık niye doktor ünvanını aldıktan sonra akademisyenden sayılıyor insan, onu biliyorum. mesele basitçe bir konuda uzmanlaşmaktan ibaret değil. hatta belki de uzmanlaşma meselesi değil. doktora süreci insanı çalıştığı alanın akademik ortamıyla ilgili eğitiyor; o alandaki araştırma, eğitim ve yayın tavırları ve de akademik ortamla ilgili iyi bir giriş yapıyorsun.. insan akademik oluyor.

burdan bakınca, 'peki' diyorum, 'madem her şey yolundaymış ve oluyor gidiyormuş, ben niye kendimi sıkıntıda ve düşüşlerde hissetmekteymişim?'

bir takım cevaplarım var bu sorulara.. bi kere, ben daha önce hiç zora gelmemişim. her şeyi çok kolay yapmaya ya da kolayca altından kalkacağım işlere girişmeye alışmışım. başaramamak gibi bir tecrübem olmamış. uzun soluklu zor bir süreçte yılmadan çalışıp bir hedefe erişmek gibi bir tecrübem de olmamış. bu tecrübe beni sarstı. başarısızlık tecrübesi. başarısızlıklara rağmen o konuda çalışmaya devam etmen gerekiyor, 'tamam bunu beceremiyorum' ya da 'bu kadar oldu' deyip bir kenara kaçamıyorsun. devam ediyorsun. sonra oluyor. iyi oluyor. bir şeyler öğreniyorsun. daha iyisini yapıyorsun. iyi bir şeyler yapmak için yolda düşüp kalkmayı göze alman gerekiyor. hayır bunu zaten bildiğimi sanıyordum. ama 3-4 aylık süreçlerde bu tecrübe farklı yaşanıyor.. 5-6 yıllık bir süreçte meselenin rengi değişiyor.

bir de.. kendini diğer insanların değerlendirmelerine açmak.. o da zor bir deneyim.. sürekli değerlendiriliyorsun. sürekli bir takım mevkilerde bulunan bir takım insanlardan bir şeyler talep ediyorsun, sürekli başvurudasın, ricacısın, sürekli değerlendirme altındasın... hem araştırmacı hem de araştırmacı-dışı şahsiyetini ve de beklentilerini sürekli başkalarının değerlendirmelerine açmışsın... diğer insanların değerlendirmelerine açıldığında.. onlar da yaptığın işleri ya da ortaya koyduğun önerileri beğeniyorlar ya da beğenmiyorlar. kendi koyduğun eşiklerle mücadele etmek daha kolay ama başarı çıtanı da bir takım başka insanlar belirliyorsa...





18 Ekim 2011 Salı

bir süre

doktorama ciddi biçimde eğilmeye başlamıştım. bu çok yönlü bir süreçti. araştırmacı şahsiyetim şişmeye başlamıştı. stüdyoda inisiyatif alıyordum bu da yığınla soru üretiyordu. okuldaki varlığım hayatımın geri kalanını işgal edip öne çıkmaya başlamıştı. gençlik bitmişti. çalışan bir insan olmuştum. çok çalışıp güzel bir doktora yapacaktım. böyle bir şeyler... sonra bu blogu tutmaya başladım.

belki artık ayrı bir araştırmacı şahsiyet de anlamlı değil... yani böyle ayrımların falan da pek heyecanı anlamı kalmadı. onur da nizam oldu zaten. iyi oldu. memur olmak, düzenli iş, öğrenciden hoca tarafına geçmek, velhasıl hayatımda bir dönem anlamlı ve belki zorlu olmuş olan geçişler de anlamını yitirdi.. öyle işte, artık bir fevkaladeliği yok... araştırmacı olma fikri de pek beni heyecanlandırmıyor artık. iyi tabii, yapmak lazım.. biraz ondan biraz bundan... biraz tasarım biraz araştırma biraz eğitim.. hiçbiri de pek öyle fevkalade anlamlar edinmeden.. o da bir denge bulacak belki.. sanki öyle fevkaladelikler ortadan kalksa ben de daha iyi olacağım...

stüdyoda doktorada ya da tasarımda işlerin neden başka türlü değil de böyle olmakta olduğunu açıklamaya gelince herkesi susturup konuşmaya geçebiliyorum. söylediklerim bana geçerli de geliyor. açıklamalar anlamlı geliyor. nasıl olup başka türlü olacağına ilişkin de öngörülerim var ama hepsi de bizi aşıyor gerekli eylemlerin.. artık daha ziyade...

tamam tüm bunlar değerli tecrübelerdi.. biraz aptallık, biraz hırs, biraz arzu bunlar hep insanı değerli hatalara sürüklüyor. öğretici girişimlere.. sonra tabii sonuçta ortaya çok anlamlı bişey çıkmayabiliyor.. insan öğreniyor işte...



doktoram bitmemiş olmakla birlikte benim için ilgili düğümler çözüldü. sürecin acısını tatlısını, tabi daha çok acısını üzüntüsünü, epiyce buraya döktüm. aslında çok keyifli anlar da yaşamaktaydım... güzel fikirlerin birbirini tamamladığı, düğümlerin çözüldüğü, güzel haberlerin geldiği, yeni şeyler öğrenmeye kendimi kaptırdığım anlar... uğraştığım her konu bana ilginç geliyor sanki... her neyse.. buraya ürünlerimle, içerikle ilgili de yeterince materyal koymadım.. ama her şey bir ölçüde bulanık ve havada idi.. henüz bir yere varmış bulunmayan yığınla proje ve grafik var.. illa gerekirse onun için başka bir blogum var. kullanmadığım.. gerekirse oraya da koyabilirim en sonunda olup bitmiş olanları.. belki yeni projeleri de...
bu tip kararlara pek güvenmiyorum. sonuçta insan... yani anlık biraz... sonra gün gelir... orda dersin.. orası iyiydi.. daha yazılacaklar var... bir süre ama...

17 Ekim 2011 Pazartesi

okulu şey

bu böyle olmayacak. odaklanamıyorum. bir haftalık işi yapıp metnimi bitiremiyorum. uzuyor. bir çare bulmam lazım. okulu... okulu şey.. dilim varmıyor ama.. metni de bitirmem lazım. okul da bir yere gitmiyor zaten.. her zamanki..

12 Ekim 2011 Çarşamba

aşması

elle tutulabilir, dokunulabilir ve sürtünülebilir dosyaları raflardan kutulara veya koridorlara aktarırken elle tutulamayan, dokunulamayan ve sürtünülemeyen dosyaları da harddisklerden flaş belleklere ve ordan da başka harddisklere aktarmaktaydım. neyin nerde olduğu belli değil. hangi kopyanın en yenisi olduğu, nerdeki hangi klasörün en güncel durumu barındırdığı belli değil. arşivim bir seri çatala ayrılmış, sonra bu çatallar farklı noktalarda yeniden melezleniyor, ana klasörün içindeki bu klasörü şurdaki şu klasörden aktarıyorum ama öbür klasörü şu tarihte yedeklenmiş bu klasörden aktarmışım, her yerde herşey var mı, birbiriyle uyumlu mu, tüm bu versiyonların hepsi günün birinde birden lazım olacak olan o dosyayı içeriyor mu...

tek bir bilgisayarla ve yedeklemek için de dvd'ler ile çalışırken enformasyon hala kontrol altında tutulabiliyordu. organize edilebiliyordu. ben de inançla her şeyi kontrol altında tutuyordum. bir düzenim vardı.

şimdi çeşit çeşit bilgisayar, depolama aygıtı ve internet ortamında paralel biçimde çalıştığımız ve afallatıcı boyutta bir enformasyon akıntısının kenarında tutunmaya uğraştığımız bu günlerde, işleri kontrol altında tutmaya adanmış o gülünç düzen arşivimde sürekli karşıma çıkıyor. ama gelip geçen enformasyon miktar olarak bir kritik eşiği geçtikten sonra organize edilmeye dirençli hale geliyor. orda ucunu bırakıyoruz. ucunu bıraktığımız an.

8 Ekim 2011 Cumartesi

hasar tespit

yokolan dosyalar, fotoğraflar ve belgeler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. yani ortaya çıkmayacakları ortaya çıkıyor... günümün önemli bir kısmını mühim belgeleri 4 ayrı cihaza kopyalamakla geçirdim. şimdi de en önemli ve güncel olanları dropbox'a atıyorum. yaraları sarıyoruz. deadline 10 ekim imiş. çalışıyoruz. iki küçük projem daha var. haftasonumu bunlara ayırdım. ve tabii çiçekleri sulamak, çamaşırları yıkayıp sermek, haftalık yoğurt yapımı, sportif faaliyetler... üretmek insanı kurtarıyor. sonra tez falan...

7 Ekim 2011 Cuma

çalışamıyoruz

kafamızı elimize yaslamış duruyoruz, neden böyle oldu? bir suçlu aramaya başlayayım artık, kendimden başka... harddisk'im kurtarılamayacak şekilde harab olmuş gibi. ama niye? aslında güzel güzel oturup bir infografik yapacaktım. pek keyifli olacaktı bu. oldu mu bu peki şimdi? aslında ilgili klasörü kurtarmaya çalıştığım süre zarfında kaybolan çalışmaları yeniden yapıp işi yetiştirebilirdim. ama bilgisayarı da kurtarmam lazım. n'apsam? hiç bu ölçüde kambur durmamıştım. aslında ne kadar önemsiz. neden böyle? ıvır zıvır işlere dertlenmeyi bırakıp iyi yanlarına odaklanmam lazım iyi şeylere. iyi şeyler. omzum ağrıyor. kafamı hafif sağa doğru döndürüp düzeltmem lazım. her şeyde bir bulanıklık var. bir zaman, bir şey, şeyolmuştu, şeydi.. işte neyse neydi. bana "hiç bir şeyi hatırlamıyorsun" diyen arkadaşlarım var. hatırlamak bir çaba gerektiriyor. önce hafızaya kaydetmek ve sonra onu hafızadan geri çağırmak için... biraz enerjin olması lazım. ilk başta biraz tetikte olmak sonra bir enerji harcamak lazım.. olmadı ama. bişeyler. kendimi aylarca önce bir haftamı yiyen monitör sorunuyla yeniden başbaşa buluyorum. ve meseleyi nasıl çözdüğümü hatırlamıyorum. aslında işler iyi gidiyordu. yayın ise eğer, bi kaç ay içinde 4 bildiri bir öz ürettik, yenileri de yolda. tez ise, yazıyorum işte, iyi kötü oluyor. iş ise, yapıyoruz işte, gayet güzel oluyor gidiyor. tasarım ise, onu da bırakmadık tutuyoruz ucundan. hayaller ve planlar ise, onlar da var, eksiğimiz yok. hayattan beklentiler ise, onlar da var, bitmiş değil. neden böyle oldu? işler iyi gidiyor. ama işler iyi değil. ne oldu bir anlasam. araştırmacının cevapları yok. bünyenin var. biliyorum ne olup ne bittiğini aslında. nasıl olduğunu da biliyorum. orası hiç bulanık değil. ama araştırmacı isyanda. işine bakmak istemek. bakamamak edememek. neyse, el yordamıyla harddisk'i kurtarmak. bilgisayarı formatlamak... belki öyle ya da böyle çözeceğimi bildiğim için ıvır zıvır meselelerle bu kadar dertleniyorumdur. kolay rakip çünkü. çözemeyebileceğin konularla boğuşurken o kadar cevval olamıyorsun..yüzüne korku ve yılgınlık yerleşiyor. herneyse sonuçta xorg.conf siliniyor ve panning hanesi de boşaltılıp düğmesine basılıyor. ben yatayım.


5 Ekim 2011 Çarşamba

çalışıyoruz

bir düşüş bir bölüm, bir yıkıntı bir bölüm, bir çöküş bir bölüm...

[tam tempomu rayına oturtuyorum ve epiy iş çıkarıyorum, sonra sabah kalkıyorum ve desktop'um açılmıyor. bir sabah kalkıyorsun ki yok... neyse ki gece yatmadan son çalıştığım dosyayı internete yedeklemişim..
tamam canım sıkıldı tabii şimdi bu meseleyi çözmek lazım nası yapacağımı da bilmiyorum.. neyse 3 bilgisayarım daha var (bkz. çılgınca donanıyorum). nazik bir downgrading ile bilgisayarları çökerte çökerte epiy dayanabilirim. bugün bunu üstümden atabilirsem bir bölümüm daha olacak. ama ı-ıh atamayacağım gibi.]

2 Ekim 2011 Pazar

çalışmıyoruz

sıkıldık biraz.

30 Eylül 2011 Cuma

düşünmüyoruz.


yani uğraştığımız şu işler: mimarlık, mimarlığın eğitimi, mimarlığın araştırılması, yayını falan... bunlar gerilmeye, koşturmaya, dertlenmeye değecek işler mi? birbirimizi yormaya üzmeye değecek bir sonucu oldu mu, olacak mı? hani bu kadar uğraşıp bir adet küçük de olsa bina falan inşa etmiş olsak, ya da yazdığımız bir bildirinin bilim dünyasına anlamlı bir katkı yaptığını gerçekten düşünüyor olsak...

yıllar önce, öğrenciyken, yürekli'ye sorduğum soruyu hatırladım: 'burda [okulda ve mimarlık eğitiminde] uğraşmaya değecek bir şeyler olduğunu mu düşünüyorsunuz?' o da biraz sertleşip 'düşünüyoruz ki burdayız' demişti.


biz de burdayız. ama uğraşmaya değecek bir şeyler olduğunu düşünmüyoruz. öyle düşündüğümüzden burda değiliz. burda olduğumuzdan öyleymiş gibi geliyor. aslında değmez tabii. yorduğumuza, üzdüğümüze, kırdığımıza falan... bu kadar ciddiyet, kan revan ve koşturmaca, çatık kaşlar, ayarlar, yükselen sesler, çakılan sözler, çekişmeler ve didişmeler. hangi ortamda ve hangi meslekte olsak aynıları olacak herhalde.. çünkü mimarlık eğitimi ne ki? bunun için tüm bunları yapmaktaysak...

27 Eylül 2011 Salı

bu da akademik mi

doktora artık ilgimi çekmiyor. doktorada çalıştığım konular artık heyecanlı değil. doktorayı bitirmek artık ilginç bir hedef değil. doktoradan, stüdyodan, kurumdan ve galiba araştırmacıdan değilse de kendimden de çok sıkıldım. (araştırmacı bir süre başka konular çalışsa ve beni eğlendirse olmaz mı?)

herhalde anlık, geçici bir düşüş olsa gerek... ya da belki değil.. belki bu kadar uzamaması lazım bazı şeylerin.. belki herşeyin bir heyecan ömrü var. bitirip bir sonrakine geçmek gerekiyor? hayatta herşeyi zamanında virgüllemek, sonra yeni şeyler yapmak.. tempoyu kaybetmemek... zamanında yapmak, sonra yoluna gitmeyi bilmek... polisten sonra çiçekçi çiçekçiden sonra manav manavdan sonra astronot astronottan sonra dalgıç dalgıçtan sonra ev hanımı ev hanımından sonra doktor doktordan sonra mimar mimardan sonra bekçi bekçiden sonra araşgör araşgörden sonra başka..

doktoranın altından kalkabildiğini nihayet görmek ama bu noktaya getirmeyi becerdiğin tezin çok anlamlı olmadığını da bilmek... ya da dünyanın en önemli işiymiş gibilerinden adandığın meşakkatli eğitim faaliyetinin kimseye, öğrencilere dahi pek önemli görünmediğini bilmek. 'geçerli' bir mimarlık yapmaya kastedip, aylarca geceli gündüzlü çalışıp anca herkese entipüften gelen projeler üretebilmek.. zamanla unutacağın o kitapları okumak için ve kimsenin okumayacağı ciltler dolusu tuhaf metni yazmak için tüm zihinsel mesaini bir hayat seferber etmiş olmak. elindeki her işe samimiyetle, bazen de adanarak çalışmış ve hiç boş durmamış olmak, ama bunların hayatta pek bir karşılığını bulamamak? son derece üretken ve fena halde verimsiz. yorgunluk.

'kenardaki-nihilist' dönemlerimde hayatım daha anlamlıydı... karşılığı olmayan üretkenlik o zaman keyifliydi. o çerçeve içinde anlamıydı. gerçekten. ne zaman büyümeye çalıştım, insanlar arasında taş üstüne taş koymaya çalıştım herşey iyice saçmalaştı. teneke trampetteki oskar gibi ben de anca kambur bir cüce olabildim. herkes kendine uygun hayatı yaşamalıydı belki. bazıları trampet çalmaya ve cam kırmaya devam etmeliydi? ya da belki de yapacak bişey yoktu, o zaman trampeti bitirip doktora öğrencisi olmak gerekmişti...

22 Eylül 2011 Perşembe

sezon

okul açıldı. yaz bitti. hava b nokta k gibi. sanki. ne kadar da şey. üzerimi giyindim içerlerde oturuyorum. rokalar büyümeyi kesti. marul parti parti tohum veriyor. arka terasta yeni süleymancıklar dolanıyor. iyi. bi tanesi kapının arasına sıkışıp ölmüştü...

kötü.

bi kaç gündür son bi yılda yığılmış kaynakları kitapları falan derledim toparladım. metnin kalanına dönüş için kötü bir ruh hali. ama metnin kalanına döneceğim. kış bu kadar ani gelmeseydi daha iyi olacaktı. çünkü son bir bahar oluyor. çiçekler yeniden açmıştı falan. sonra hava bir bozuyor. neyse ben işlerden bahsedeceğim. stüdyo falan. projelerime girişeceğim. tezimin de sonuçları ortaya çıkıyor ufaktan. mevzuları bağlayacağım. bikaç bildiri falan yazılacak. yazışmalar aynı tuhaflıkta sürecek. ufaktan makale yazma denemeleri başlayacak, onda da düşülüp kalkılacak bir süre. yeni bir sezon.

16 Eylül 2011 Cuma

piyuh. yük kalktı.

34,810.
kelime.
başlıklarla beraber.
ilk bölümümün ilk taslağının taslağı.

bu sadece giriş ve birinci bölüm. asıl kuramsal (ve biraz da spekülatif) kısım buydu. asıl iş buydu yani. bir takım fazlalıkları attıktan sonra metnin imajsız ve referanssız hali tez sayfasıyla 91 sayfa oldu. tabi düzgün bir metin haline gelmesi için üzerinden bir kaç kere daha geçmek gerekiyor. pek çok noktayı daha sonra düzeltmek üzere işaretleyip geçtim. bir sürü yerde hala türkçe kelimeler duruyor. ve düşünce çizgisinde eksikler ve sorunlar var.

beş bölüm daha yazılacak. ama onlar kısa olacak. mümkünse.
bundan sonrakiler daha teknik içerikli bölümler olacak, bu yazmayı kolaylaştırıyor. ve oralarla ilgili halihazırda epey yazdım zaten.

bu işin altından kalkıyorum. ortada artık üzerinde tartışılacak bir şeyler var. bir ay içinde taslağı bitirip eksik ve sorunlu projelerime dönmek istiyorum.

hafifim. şimdi çıkıp yürüyeyim. gece havası.

14 Eylül 2011 Çarşamba

dalya

şaka maka tez sayfasıyla 100 sayfayı geçmişim. farketmemiştim. bugün, ya da yarın, ya da yakında ilk ve en uzun bölümü bitiriyorum sanki. bitirme ihtimalim var.

13 Eylül 2011 Salı

hay bin verimsizlik

çok sıkıldım. yapmıycam tez falan.

8 Eylül 2011 Perşembe

büyük tez kafalarının yükselişi kopuşu düşüşü ve kalkışı

bu bir başını vermeyen araştırmacı öyküsü.
herşeyi ite kaka götüreceksin ey doktora öğrencisi türk gençliği! zaman zaman dahili ve harici sorunların falan olacak. bazen çok fena köşeye sıkışmış gibi olacaksın. gerçekler hayal edilen başarılara asla yetişemeyecek. hatta ve hatta baştan ayağa başarısızlık çukurlarına falan gireceksin neye uğradığını şaşıracaksın. bu ahval ve şerait içinde içsen mi çalışsan mı bilemeyeceksin. hem içip hem çalışacaksın, gah yerineceksin gah dövüneceksin, sırtın yere geldikçe güreşe doymayıp yeniden saldıracaksın, işin tadı büsbütün kaçacak, izleyiciler tribünleri terkedecek, artık mücadelenin sonunu görmekten başka bir muradın kalmayacak. derken ufak ufak mevzuları anlamaya başlayacaksın. bir takım şeyleri daha iyi yapmaya başlayacaksın. bazı konularda mutlak başarı beklememek gerektiğini de göreceksin, yani suratta patlayan darbelerin işin parçası olduğunu, onun gibi şeyleri.. sonuçta iyi şeyler de olacak. işler toparlanacak. başarı hanen de dolmaya başlayacak. herşeyin bir şekilde ite kaka da olsa götürüldüğünü anlamaya başlayacaksın. ordan olmayacak burdan olacak bu böyle olacak şu şöyle olmayacak işte bir şekilde olup gidecek. sabır. ısrar. sebat. bu işin heyecanlı, sıkıntılı, tatmin edici ve boğucu yönleri var. hepsi var. kopan kafanı üfleyip bi kere daha yerine yerleştireceksin. biraz iğreti duracak tabi artık, dokunsan düşecek gibi.. ama artık o kadar çok düştü kalktı ki.. hafif gülümser gibi anlayışlı gibi yorgun gibi bir bakışla bakıp omuzlarını silktikten sonra metnin başına yeniden oturacaksın. işler iyi gidiyor. sorun yok. şu metni bir yazalım.

3 Eylül 2011 Cumartesi

noluyor a.k. yaa..

zaman ilerliyor. yaz bitti. bir çok şeyi geride bırakıp gitmek istiyorum. bu cümle ne demek acaba. bu cümlede araştırmacı ne demek istemiş olabilir. anlamak zor. bir yandan da turşu kurmak istiyorum. sonuçta turşu kurdum. ve bir de akşam yürüyüşüne çıkarsam.. ve en azından başarısızlık dolu bir dönemi ve bu güzel yazı geride bıraktığım da düşünülürse... bir çok şeyi geride bırakıp yürüyüşe gitmiş, sonra dönmüş ve lahana turşusu kurmuş olarak tüm arzularımı yerine getirmiş... insan büyük olaylar çıkarmak istiyor. hayat ise basit işte. mevsimler falan geçmekte. metinler öyle ya da böyle yazılmakta. turşu güneşte 2 günde gölgede bi haftada ekşimekte. orda da sen çok bişey yapmıyorsun. mikroorganizmalar kendi kendilerine hallediyor. kompostu da onlar çürütüyor. yoğurdu da onlar mayalıyor. sen malzemeleri uygun ortama koyuyorsun. herşey kendi başına halloluyor. zaten sen yapamıyorsun. yani sen tutup, kendi ellerinle sütü yoğurt yapamıyorsun. domates de meyve vermiyorsa yapabileceğin bişey yok vermiyor işte. ne demek istediğimi anlasam daha sade yazacağım... kriptik şeyler yazmayı sevmiyorum artık. ne de olsa hayat işte, basit olması lazım. ama bunlar kendilerini böyle yazdırmakta. bugün tembel tarafımdan kalktım. son aylarda çalışma ihtimalinden bu kadar uzak olduğum bir gün olmamıştı. çalışmadığım için mi içim sıkılıyor acaba.. yoksa çalıştığım için mi.. neyse. araştırmacının zayıf düşme şansı yok. daha yapacak çok iş var.

1 Eylül 2011 Perşembe

konsantrasyon uçucu bir maddedir, bana onu verin

> birinci gün: nasısa direk tez kafasına giremem, hiç boş oturmayayım dedim grasshopper'in başına oturdum, geceyarısına kadar tatlı tatlı çalıştım.
> ikinci gün: sabah kahvaltının ardından durumumu tetkik ettim. tez kafasına dönemeyeceğimi anladım, geceyarılarına kadar grasshopper'a devam ettim, iyi geldi.
> üçüncü gün: artık acı çekmenin ve boş boş oturmanın zamanı gelmişti. tez kafasına girmeye çalıştım. güncel haritamı açtım, bir iki saniye kadar da başına oturdum gibi, ı-ıh içim almadı. biraz yeni öğrendiğim fotoşop triklerini gimp'te nasıl uygularım diye o mevzularla oyalandım. raflardan ve yığınlardan ilgili kitapları indirip onları ayrı bir yığın yaptım. yemek hazırladım. yedim. üstüme biraz melankolik bir hava geldi. bravo. yani akşam seansında bi daha deniycektim tabi çalışmayı ama, içimde bir başkası var, yani kediyi alır da dar bir yerden geçirtmeye çalışırsın da ayaklarıyla tutunur çırpınır, hayatta geçmez ya ordan... nasip değilmiş.
> dördüncü gün: nerdeyse başlar gibi oldum, bir iki not aldım, "nası yazıcam ben bu bölümü, ne yazıcam ben burda ya?" seviyesine geldim, haritamın yanına word açtım. kompostu karıştırdım. kokuyo. kapağını kapattım. bilgisayardaki ilgili dijital kitapları çeşitli klasörlerde buldum. birazına baktım. yoğurt yaptım. biriki alıntı not ettim. yani yoğurdum bitmişti sonuçta hayat devam ediyor. sonra arkadaşlar geldi, beni kurtardılar, boğazda bir balkona götürdüler, dönüp çalışacaktım tabi, dönecektim ya, nasip değilmiş.
> beşinci gün: oturdum evirmeye çevirmeye, notlar almaya geçtim, ne yazacağımı bilmediğimi gördüm, bir takım kitapları kurcalamaya devam ettim, bölümün outline'ını evirip çevirdim, sonra biraz biraz giriştim, çalışmaya başladım yani, sonra tezle ilgisiz bir sebeple kafam attı, aylardır silinmeyen lavaboydu ocaktı giriştim bir temizlik yaptım, sonra sardalya aldım, temizledim, pişirdim, misafirim vardı, yedik, akşam bi daha oturacaktım tabi başına işin, terasa tüm ekipmanı yaydım, her akşam olduğu gibi, yaydım yaymasına ama, nasip değilmiş.
> altıncı gün: kalkıp bol meyveli müslimi yememin ardından derhal oturup bir kaç sayfa birden yazdım. aslında yazdıklarımda bir önceki bölümün ciddiyetinden ve olgunluğundan eser yoktu ve biraz geyiğe sardırmaktaydım ama yazdıkça önemli noktalar belirmeye başladı, bir takım yerlerin başka bazı yerlere bağlanmaya başladığını gördüm, outline'ımı evirip çevirmeye geçtim, bölümü iyi kötü oturttum. o birbirine bağlanacak hususlar hala tam bağlanmış değil ama hele taslağı bir yazayım, bir iki hafta soğumaya bırakayım...
> böylece tez kafasına girmeyi başardım. ama bu yoğun çabanın ardından dinlenme şansım yok. ara veremem. tehlikeli. bu esnada yedinci gün olmuş ve bütün beyaz yakalılar tatile gitmiş.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

takvimin keyfiliği

haftasonu var dediler, tatildir, bayram vardır, izin, seyahat, dinlence vardır. ayrıca mesai, iş günü, gece, gündüz vardır. bunun kışı, baharı falan olmalıdır. oysa benim işim zamanı bir bütün kabul etmekte. zamanda ayrım yoktur. ya zamanın tamamı aynı türdendir ya da sadece bir an vardır.

26 Ağustos 2011 Cuma

hiçbirşeyolmuyor

gerçekten azimle çalıştım. bildirileri hale yola koydum. şimdi tez kafasına dönmem lazım. acaba kaç gün sürecek. bu esnada bir akademik çalışmayı yönlendiren hayal kırıklığı, azim, mücadele, beklenti, üzüntü, yorgunluk, keyif, hırs, yılgınlık, güven, korku, kalabalık, yalnızlık, sırt ağrısı, yürek burkuntusu, iç sıkıntısı, umutsuzluk yazmış mıydım, direngenlik, savsaklayıcılık, üşengeçlik, inanç, kalp ağrısı, geçmişin üzüntüsü, gelecek belirsizliği, müjde sevinci, kötü haber karamsarlığı, aşk sevgi tutku kin, tüm duygular bildirilerden ve tezlerden ve raporlardan ve makalelerden ve posterlerden bile uzakta kalmaya devam ediyor. duygular akademik'e karışırsa diskur oluyor ya da spekülasyon? çünkü herşey illa bir şey oluyor. everything is something happened.

23 Ağustos 2011 Salı

akademik özenle bağdaşmayan

oturduğum yerden mevsimin dönüşünü izliyorum. güneş her gün daha soldan batıyor. günbatımı daha kırmızı. terasa hergün daha erken çıkıyorum. geceler serinliyor. uzun kollular giyiyorum. sabah, öğlen, akşam bildiri yazmaktayım. sıkıntılı bir iş. biri bitince diğerine başlamak gerekiyor. teslim edilecek beş tane bildiri var. teslim edilecek 3 tane kitap var, ceza yekunu her gün artmakta. yazıdan yazıya, konudan konuya, o kafadan bu kafaya geçmek zaman alıyor. iş bir gün bile kolayca yol vermiyor, her seferinde direniyor. tüm gün direniyor. akmıyor. paragraf paragraf kenti ele geçirmeye çalışıyorum. sürekli bir mücadele bu. çöpler, maydanozlar ve roka. güneş ve su. yoğurt ve soda. zafere inancım tam. duygular bildirilere aksetmiyor. yasak.

bkz. hayku formunda:
1.
öğlen ve akşam
kente saldırıyorum
akmıyor yazmak

2.
renkler değişti
her gün daha geriden
batıyor güneş

15 Ağustos 2011 Pazartesi

hayku

hızla geçiyor
yaz her gün azalmakta
ne çok yazı var.

(tezimi de hayku formatında kabul ederlerse yetişecek bkz.:)

"tasarım işi
ai complete diyeler
doğru diyeler."

9 Ağustos 2011 Salı

yazılması

ite kaka derleye toparlaya tez sayfasıyla 8 sayfaya ulaştım. ve fazla duraklama olmadan 5-10 sayfam daha gelecek. çünkü oraya kadar olan kısmın çerçevesi alıntıları notları hazır. aşamalı olarak parçalara bölüp hiyerarşik biçimde kademe kademe haritalıyorum bölümleri. yazının bileşenleri olarak küçük küçük paketler kalıyor. sonra her bir paketi alıp kafa yorup toparlamak gerekiyor. belki de en az kafa yoran kısım okumaları derleyip toparlamak. yani, o konuya yeni başlanmışsa o da zor, ama uzun zamandır o alanda okumalar yapılmaktaysa roman okumak gibi oluyor. 3-4 aşamalı bir yazma süreci.. ve her aşamaya kafa yormak gerekiyor. yani taslağın taslağı yazılana kadar 3-4 aşama. sonrası da var. bir bölümün tamamı yazıldıktan sonra hepsi tekrar elden geçirilecek, tüm tez yazıldıktan sonra tüm metin yeniden elden geçirilecek, sonra yazım denetimi olacak ve taslak dağıtılacak. sonra yeni projeler eklendikçe ve jüri düzeltmeler istedikçe değişiklikler yapılacak. hepsi bittikten sonra tamamı yeniden elden geçip son bir yazım denetimine girecek. metne tekrar tekrar geri dönüleceği halde, özellikle metin uzarsa pek çok noktaya aynı yoğunlukta kafa yormak mümkün olmayacak. sonraki incelemelerde bir çok bölüm biraz üstünkörü geçilecek, dolayısıyla insanın geride kalan sayfaları olabildiğince derli toplu bırakması gerekiyor. yani olup da tezde öylece kalırsa o ifadeler, kabul edilebilir durumda olmalılar. aslında yazmak çok karmaşık bir iş. yani en başta bir tez yazma sürecinin strüktürü karmaşık. ayrıca o düşünce akışını kurgulamak, referansları organize etmek, bunları düzgün bir dille ifade etmek... zor iş. kafa yoruyor. o yüzden olacak, kafa o işi yapmamak için direniyor. oturmayayım, yapmayayım, düşünmeyeyim diyor. yalvarıyor. ve genelde dediğini yaptırıyor. oturtmuyor, yaptırmıyor, düşünmüyor. böylece günler ağır aksak geçmekte. n'apalım, işin temposu bu. bereket versin.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

emin olun bunu yazmak kolay olmadı.

"The term 'design', is the common name of a series of professional fields. It denotes the core activities of the professionals that are active in these fields, and also the products of these activities. However, to some extent, design is a general everyday practice, that is shared by all human beings."

bunu yazmadan önce yeni kompostumu karıştırıp başlatmam, bir güzel içip kafamı düzlemem, yoğurduma soda sıkıp ayılmam, eski kompostumu ufalayıp saksılara dağıtmam, terasa 117 kere çıkıp geri girmem, marul tohumlarımı tülbente ıslatmam, bostanımı ve çiçeklerimi düdüklü tencere marifetiyle sulamam, maydanozları serpip tek tek toprağa itelemem, can'in 'ege bamyası'nı rapidsharelemem ve tüm diğer gündelik işlerle birlikte internette yüzbin tıklık dolanmam gerekti. insan yazmamak için nasıl direniyor. yazmaya geçmemek için aralıksız okumak var bi de. oku oku haritala... o daha kolay her nasılsa. ama ilk bölümümün haritası ve alıntıları fazlasıyla hazır. daha hazır olamaz. artık yaz.

[bi de, tasarımın kısa bir tanımını aramak boşa. bu konuda da tasarım kuramı anlaşmış gibi. herkes yanından dolanıyor. hatta lawson açıkça "ya şart mı yani tasarımın kısa bi tanımının olması?" diyor.]

4 Ağustos 2011 Perşembe

mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi olduğundan beri mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi olmasın sakın?

bir takım eski sorularım vardı. [bkz.] mesela acaba mimarlık eğitimini 4 yıllık bir birinci sınıf stüdyosu olarak kurgulayabilir miydik? mimarlık eğitiminin ağırlığı sözel-entelektüel bir içeriğe kayabilir miydi? mimarlıkla uğraşmayan, ağırlıklı olarak diğer ortam, alan, disiplinlerde dolaşıp genel bir tasarımcı tavrı geliştiren bir mimarlık okulu olabilir miydi?

[lawson and dorst, design expertise, p44:] "Designers are convinced that 'design' is a special way of thinking, and in their battle for recognition, they spend a lot of time trying to convince the rest of the world of this. But surprisingly seventeen or eighteen-year-old students, new to design school, seem to just start designing. At a simple, basic level of course, but they manage. It does not seem as if they first have to learn an alien, fundamentally different thought process. This tells us that, no matter what designers may claim, apparently there is a certain level of design that can be approached by common sense."

lawson ve dorst'un gözlemine katılmamak zor. öğrenciler okula geldikleri anda başlangıç düzeyinde de olsa tasarlamayı becerebilir halde oluyorlar. [yeter ki engelleme.] daha ilk günden tasarlatıyoruz. tasarlıyorlar. eğer mimarlığın zorlu problemlerine dalmazsan, mutlu mesut ve "işler iyi gidiyor" diyerek dolanabiliyorsun. ama iş bir bina tasarlamaya gelince öğrencinin üst aşamalara atlaması gerekiyor. farklı bir takım beceriler ve daha yoğun bir bilgi birikiminin nasıl işe yarayacağını anlamaya başlıyorsun. bu beceriler hem üretim ve temsil tekniklerini içeriyor hem de zihinsel becerileri. bir takım jenerik çalışma-tasarlama-temsil yollarını mimarlığa hiç bulaşmadan aktarabiliyorsun da, mesela mimari temsilin kendine has bir dili, belki bazı konvansiyonları olduğunu görmeye başlıyorsun. ondan sonra bir takım işleri daha verimli, hızlı ve etkili yürütmenin her tasarım disiplinine has farklı yolları olduğunu da görüyorsun. bilgi birikimi hem çok örnek görüp incelemiş olmayı, hem alana has pek çok problemle boğuşmuş olmayı, hem de derslerde öğretilen türde teorik bilgileri içeriyor. bu teorik bilgileri uygulamaya geçirmek de ayrı bir beceri ve onu öğrenmek de pek kolay değil.

eğitimi jenerik bir tasarım eğitimi olarak kurguladığında disiplin dışından referanslar kullanabilecek, daha sonra çalışacağı spesifik alanın mevcut konvansiyonları karşısından daha şüpheci ve yenilikçi kalabilecek, değişimlere kolay adapte olacak, hatta isterlerse farklı tasarım alanlarına geçiş yapabilecek tasarımcılar yetiştirmek peşindesin. ama bunu yaparken o alanda çalışmanın yollarını öğrenmesini geciktiriyorsun. çünkü tasarım becerileri, bir düzeye kadar, belli bir jeneriklik barındırdığı halde, tasarım bilgisi çalışılan her spesifik alan için farklı. ve o bilgi o spesifik alanda, o alanın problemleri üzerine çalışılarak elde ediliyor.

[lawson and dorst, design expertise, p46:] "The real difficulty in design is not in reaching that very first level of apparent competence; it is in attaining the higher levels. And that is where the design profession sits. Most expert designers certainly employ many more sophisticated cognitive skills ..."

3 tabaka ayırdedelim:

1. tüm insanların taşıdığı ortak tasarım becerisi.
2. hemen tüm tasarım alanlarının bir ölçüde barındırdığı ortak beceriler.
3. spesifik tasarım alanına has bilgi ve beceriler.

birinci sınıf eğitimi ağırlıklı olarak 2. maddeye eğilebilir. (ve 1. maddeden ötürü övünecek bir durum yok). ama sanıyorum, mimarlık eğitiminin ilerki yılları, 3. maddeye odaklanmak durumunda.

bizim okulumuzun bir eksiği de burada ortaya çıkıyor. alan gezileri. yurtdışında alan gezileri stüdyonun standart bir parçası. bizde alan gezisi deyince güncel ve iyi örnekleri gezmek anlaşılmıyor. alan gezileri bizde büyük ölçüde, tarihi önemi olan binalara, ya da geleneksel mimarlığa, ya da son derece sorunlu olan, ya da sadece uzakta bir yerde olan alanlara yöneliyor. ve mimarlık ölçeğinden çok kent ölçeğiyle dertleniyoruz. yeni ve iyi 'bina'ları gezmek konusunda eksiğimiz var. oysa usta işi bir binayı gezmek, ona internetten bakmaktan çok farklı bir deneyim. ülkenin de yeni, iyi ya da ilginç örnek sunmak konusunda eksiği var elbet.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

tasarım araştırmaları, tasarım kuramları

son aylarda tasarım araştırmalarıyla ilgili önemli metinleri okudum, yeniden okudum, daha önce okumuş olduklarımı bir daha elden geçirdim, olabildiğince haritaladım. dolayısıyla tasarımla ilgili ne bilip ne bilmediğimiz üzerine yazacım biraz.

en başta, tasarımın faaliyet, süreç, problem-çözüm, meslek, zihinsel etkinlik, ürün vd. çeşitli yönleriyle ilgili ortak görüşler var. tasarım evreninin ana hatları çizilmiş. pek çok konuda ortak kabuller var. 'tasarım durum'unun karakteristikleri, problem ve çözümün birarada evrimi, reflection-in-action ve çok yönlü reflective conversation [çeviresim gelmedi], tasarımcıların stratejilerindeki bağlamsal ve kişisel çeşitliliğin özselliği vd.. pek çok başlık var fazla tartışılmadan kabul gören.

sonra tasarım araştırmalarının empirik metodolojisiyle ilgili belirli bir birikim var. psikoloji araştırmalarından ilham alan laboratuvar deneyleri ve içebakıştan başlayıp, bilişsel bilimlerin yine laboratuvarda yürüyen protokol çalışmalarına, oradan yerinde [ofiste] gözlemlere ve en sonunda görüşme ve derin görüşmelere varan bir ilerleme takip edilebiliyor. tüm araştırma yöntemlerinden bir parça veri elde edilmiş gibi görünüyorsa da derin görüşmelerin tasarım araştırmaları için vazgeçilmez olduğu ve bundan sonra tasarıma has görüşme+gözlem yöntemlerinin geliştirilmesinin gerektiği de görülebiliyor. kağıt üstünde üretilen hipotetik modellerin [eksik veya hatalı da çıksalar] ve CAD-CAM ve AI araştırmalarının geliştirdiği yaklaşımların genelinde tasarım sürecine yönelik bakışı zenginleştirdiği de ifade ediliyor.

ve tüm bunlara rağmen, belki de alanın doğası gereği, tasarım üzerine 'belirtik kılınabilmiş' bilgi aslında 'seyrek dokulu' ve gevşek. mesela tasarım sürecinin bazı genel hatları ve stratejileri biliniyorsa da, bu bilgi tasarımcıların daha iyi tasarım yapabilmelerini sağlayacak pratik önerilere dönüştürülemiyor. yani tasarım daha iyi anlaşıldıkça spesifik tasarlama metotları tariflemekten uzaklaşıyoruz. işin ilginç yanı, tasarımcılar bu tür bilgiyi/beceriyi zaten eğitimlerinde ve pratiklerinde, tasarım kuramının ifade edebildiğinden çok daha yoğun biçimde edinip geliştiriyorlar. tasarımcılar nasıl tasarlayacaklarını biliyorlar. sorun, bu bilginin örtük doğası.

aslında iyi tasarımcıların bir seri ortak şahsiyet özelliği sergilediği iddia edilmiş. ve bir takım ortak stratejilerin çoğu tarafından uygulandığı da anlatılıyor. ancak bu özellik ve stratejilerin oluşturduğu ağ da epey geniş gözenekli. zaten konunun normatif karakteri gereği iyi tasarımın ne olduğu konusunda bir uzlaşma olmayacağı da kabul ediliyor.

tasarımcılığımızı nasıl geliştireceğiz? genç bir tasarımcı o konuda ne biliyorsa, 40. yılındaki tasarım araştırmacısı da yaklaşık aynı şeyi biliyor. nasıl bir eğitimin daha iyi olduğu konusunda söylenecekler var, ama genelde bir altın orta formülü düzeyinde: a ve b'nin hassas bir dengesi. o denge hangi durumda nasıl tutturulur? o da yine konunun uzmanının yıllar içinde geliştirmesi gereken bir beceri. nasıl tasarım yapılır? tasarımcıların yaptığı gibi. nasıl daha kaliteli tasarım yaparım? iyi tasarımcıların farklı farklı stratejileri var. daha kaliteli tasarım nedir? o konuda konsensüs aramak boşa.

peki tasarım araştırmaları neye yarıyor? aslında, tasarım araştırmaları epey işe yarıyor. mesela tasarımda hangi tavrın işe yaramadığını daha iyi biliyoruz. tasarım üzerine konuşurken ortak bir zeminimiz var. ağ geniş gözenekli olabilir, pratikte fazla işe yaramıyor gibi görünebilir, yine de daha öte araştırmalar için sağlam ve tutarlı bir zemin sağladığını teslim etmek gerek. bu eğitimi de etkiliyor. olumlu yönde. çünkü eğitim tavrımız aslında tasarım kuramının oluşturduğu konsensüsten besleniyor. bize spesifik reçeteler sunulmuyor olabilir ama genel doğrultular, verimli yönler ve çıkmaz sokaklar gösteriliyor. mimarlık eğitiminin geçen 15 yılda geçirdiği dönüşümlerin tasarım kuramlarının olgunlaşmasıyla ilişkisi gayet okunaklı.

tek sorun var. tasarım kuramlarının olgunlaşması tuhaf bir şekilde mimarlık akademyasında bu alana yönelik bir güvensizlik yaratmış durumda. sanki tasarım araştırmaları tasarım kuramlarının gereksizliğini ortaya koymuş gibi yaklaşılıyor. (önceki dönemlerde ortaya atılan reçetelerin yanlışlığını ifade ediyor ve yeni spesifik reçeteler öneremiyor). tasarlama pratiğindeki bir birey için, gerçekten de, tasarım kuramından çok, kendi spesifik alanında bilgi ve becerilerini artırmasını sağlayacak okumalar faydalı olur sanıyorum. ama bir tasarım eğitmeninin tasarım kuramlarına dair bir bilgi birikiminden faydalanacağını da düşünüyorum. stüdyo hakkındaki tartışmalarımızı, stüdyo pratiğimizle ilgili değerlendirmelerimizi daha sağlam bir temel üzerinden yürütebilirdik o zaman. tamam biz bu işi usta-çırak ilişkisi içinde öğrenegeldik, sezgisel olarak belli bir düzeyde de yürütüyoruz ama kuramsal arka plandan habersizken üzerine nasıl konuşacağız? nasıl geliştireceğiz? [okunacak kitaplar belliymiş. onu da yazacağım.]

2 Ağustos 2011 Salı

tasarım yönetimi

peyki, tasarımın aşamalılığı meselesiyle ilgili daha dengeli bir bakış geliştirelim. esasında detaylara odaklanmak, çözüm-problem ikilisinin uzun süre belirsiz tutulması gibi stratejiler de işliyor. işlemiyor değil. ama sadece bazı bağlamlarda.

ana fikirler ister detayla ilgili, ister daha genel kararlarla ilgili şekilleniyor olsun, sürecin belirli aşamalar takip etmesi, yani önce daha genel konuların (yerleşim, ana kütle kararları, işlevsel dağılım, temel sirkülasyon kararları, çevreyle ilişki gibi) oturtulması, bunun şematik planlarla, maketler ve modellerle ifadesi, ardından detaylı planlara ve daha detaylı işlenmiş maket, model ve grafiklere ilerlenmesi gibi bir işleyişin elzem olduğu yer, zamanın az, problemin karmaşık, ekibin 1'den fazla kişiden oluştuğu durumlar. (mesela yarışmalar). bu genel işleyiş takip edilirken bir takım detay konular da bir yandan çalışılabilir ya da projenin şurasını burasını son ana kadar belirsiz bırakmak tercih edilebilir ama ekibin dikkatini dağıtmak da lüks kaçıyor ve son ana çözülmemiş hususlar kalması pek iyi olmuyor. [ve belki bunlar hep temenni boyutundadır. belki de pek mümkün değil süreci yönetmek? aşamalardan ziyade farklı ölçek ve genelliklerdeki katmanlardan sözetmek lazım belki de. o zaman tarif gerçeği daha iyi karşılıyor. katmanların farklı özellikleri var. katmanlar özdeş değil. her ölçeğin ve genelliğin kendi gerekleri var. ayrıca bazı durumlarda bir takım ardışıklık sıraları yok değil. ama belki de her bağlamda, her yeni tasarım sürecinde farklı tavırlar geliştirmek gerekiyor. bu aşamalar-tabakalar meselesi önemli. "near-decomposability" açısından önemli. tasarımı bir ölçüde alt görevlere ayırabilmek açısından.. tasarım sürecinin karmaşıklığını azaltmak ve kolaborasyonu sağlamak için. bunun pratikte ekip çalışması ve zaman yönetimi açısından önemi açık. ama yapay-tasarım açısından da çok önemli.]

[lawson'un konuya kararlı itirazını buraya ekleyeyim dedim. diyor ki:

Vinod Goel (1995) in a generally excellent book advances the idea that
‘design development occurs in distinct phases’ This is in spite of the fact that his own
data then shows that the phases he enumerates are not distinct at all. But
Goel’s phases are still of value to us if we drop the idea of them being either
phases or distinct, but rather think of them as activities that designers
do. Goel’s activities are ‘problem structuring’ and ‘problem solving’, with the
latter divided into ‘preliminary design’, ‘refinement’, and ‘detailing’. It is true
that all three of Goel’s protocols show the designers beginning with ‘problem
structuring’ and ending with ‘detail design’. It is also true that in general the
‘modal’ activity passes through these four stages as the protocols proceed,
but it is certainly not true that they are ‘distinct’.
(lawson, what designers know, 2004)
]

"the unexpectedly relevant solution"

"For me creativity is, you know, finding solutions for all these things
that are contrary, and the wrong type of creativity is that you just
forget about the fact that sometimes it rains, you forget that sometimes
there are many people, and you just make beautiful stairs from
the one idea you have in your head. This is not creativity, it is fake
creativity."
(Lawson 1994)
[lawson, 2005, how designers think]

doğrusu yeni, farklı, bazen tuhaf olanı, tasarımda, seviyorum. (lawson da, yeni olan bir çok zaman tuhaftır, diyor.) mimarlığa dair ilginç ve yeni sözleri, önermeleri ve bunların ifade edilmesindeki yenilikleri de önemsiyorum. ama ayrıca yukarıdaki hertzberger alıntısı da içimde bir teli titretiyor. yetenekli tasarımcılarda sıklıkla problemin ve mimarlığın önemli yönlerini görmezden gelme tavrını görürsünüz. iyi tasarım yapmak için temel taktikleri sorunları çözmemek, görmezden gelmektir. bu tavır genelde takdir edilir. az çoktur. iyi görünen iyidir. olabildiğince çok sorunu çözmeye, ya da kısıtları uygun bir dengede uzlaştırmaya çalışmak iyi tasarımla sonuçlanmayabilecek tehlikeli bir yoldur. tabii, hangi bağlamda tasarladığınıza bağlı olarak bu tavır geçerli ya da geçersiz görülebilir. tasarlama tavırlarının yorumlanması ve eleştirilmesinde de bağlama sıkı sıkıya bağlı kalmak gerekiyor. ve unutmamak lazım:

These comments from Hertzberger suggests that we must be
careful to draw the distinction between originality and creativity in
design. In the competitive and sometimes rather commercial world
of design, the novel and startlingly different can sometimes stand
out and be acclaimed purely for that reason. But being creative in
design is not purely or even necessarily a matter of being original.
[lawson, 2005, how designers think, p153]

bir mimarlık yarışması, binanızı, inşa edilmek üzere seçtirmeye çalıştığınız bir fırsat olabilir. ve yeni bir söz söylemeye çalıştığınız bir alan olarak da yorumlanabilir. her projenin değerlendirilmesi de kendine has olmalı. muhtemelen yeni söz söyleyen ya da sadece güzel olmak üzere tasarlanmış bir proje inşa edilmek üzere seçilmeyecek. ve muhtemelen o projede ihmal edilmiş o kadar çok mesele olacak ki, bu tavır haklı olacak. ama yine de ödüllendirilebilir. böylece mimarlık ortamında tartışılması sağlanabilir.

ülkemizde mimarlık yarışması jürilerinin performansı tasarımcıların performansının epiy gerisinde kalmış durumda. kararlar ve raporlar kimseyi tatmin etmiyor. bunun tek sebebi mesleğin doğası gereği tartışmaya açık olması değil. seçimler gerçekten kötü, raporlar ve açıklamalar göstermelik.

bu en başta jürilerin değerlendirmeye ayırdıkları sürelerin darlığından (ya da gülünçlüğünden?) kaynaklanıyor. jüriler sanıyorum yarışma dosyasını okuduklarında kendilerini probleme vakıf olmuş sayıyorlar. ama bir tasarım problemine vakıf olmak, esasında onu çözmeye çalışırken, çözümler üzerinden, problemi çerçeveleyegelmektir. jüri problemi çözmeye çalışmayabilir. ama ilk andan itibaren sunulan projeleri, yani olası çözüm alternatiflerini detaylı biçimde inceleyerek de problemi anlamaya, kendisi için çerçevelemeye başlayabilir. malesef jüriler bu aşamayı atlıyor. önce projeleri eliyorlar. ondan sonra problemi incelemeye, anlamaya belki başlıyorlar. esasında ilk gün bir seçim ve eleme baskısı olmadan projeleri incelemeye ve tartışmaya ayrılmalı. sonra da 3-4 gün içinde aşama aşama ve en baştan detaylı biçimde inceleyerek projeler ödül grubuna doğru daraltılabilir. jüriler problemleri anlamadan ve projeleri incelemeden seçim yapıyorlar.

ve yaratıcılık da tam olarak anlaşılmıyor gibi. zor bir tasarım sorununa çözüm aramak her halükarda yaratıcı bir faaliyettir. yaratıcılık sadece yeni söz söylemek değildir. mimarlıkta her problem biricik olduğu için, her proje, çözümlerinde yeni bir yan barındırır. ayrıca 'yeni'yi 'iyi'ye eşitlememek gerek, çünkü şöyle bir bakış da var:

The product designer Richard Seymour considers good design
results from ‘the unexpectedly relevant solution not wackiness
parading as originality’ (Lawson 1994a). The famous architect, Robert
Venturi has said, for a designer, ‘it is better to be good than to be
original’ (Lawson 1994a). Hertzberger, Seymour and Venturi all
seem to be cautioning us against the recent trend to value the
purely original-looking design without testing it to see if it really
can fulfil the demands placed on it.
[lawson, 2005, how designers think, p154]

30 Temmuz 2011 Cumartesi

rakip

ödül kazanamadığımız yarışmanın kolokyumuna gittim. diğer projelere baktıkça insanın aklına bir sürü şey geliyor. ilginç olan diğer projeleri görmeden önce bunların insanın aklına hiç gelmemesi :] daha önce hiç kolokyuma gitmemiştim. profesyonel yarışmaları kastediyorum. bir iki öğrenci yarışması kolokyumunda bulunmuştum. öğrenci yarışmalarında ödül almakta zorlanmıyorduk. biraz da o yüzden mimarlık üzerine heyecanım azalmıştı. "bunu yaptık. sıradaki!" gibi... ödüle aday tasarımlardan ziyade bir sözü olan işler üretmek daha heyecanlı geliyordu. yarışmanın küçüğü büyüğü yoktu, mimarlık, nesne tasarımı ya da grafik tasarım, farketmiyordu, söylenecek irili ufaklı sözler vardı. yine de arada ödül hedefiyle uluslararası mimarlık yarışmalarında kendimizi denedik. eksiğimiz çoktu. rakipler sıkıydı.

epeydir yerli yarışma projelerini incelemiyordum. mimarlık ortamımızdan kopmuştum. yakın zamanda katıldığımız iki yarışmada gördüm ki, mimarlığımız beklediğimden daha zengin ve kaliteli bir noktaya gelmiş. burada da rekabet sıkı. iki yarışmaya da katılım çok yüksekti. beslenebileceğimiz bir ortam var yani artık, burun kıvırmak pek gerçekçi değil. insan hem ortaya koyduğu işi hem kendi becerilerini diğer meslektaşlarıyla kıyaslamalı. fakat kendini o rekabete atmadan bu mümkün olmuyor. yani insan kendini en iyi 'rakipleriyle' kıyaslıyor. o yarışmalara katılacaksın. elinden geleni yapacaksın. sonra "kim çarptı bana!?" diye etrafa bakınıp kendini nasıl geliştireceğini anlamaya çalışacaksın.

29 Temmuz 2011 Cuma

atılınmamasına.

lisansüstünden atılma gerçekten kalkmış. duruma uygun yeni yönetmelik hazırlanmaktaymış. belli bir süreyi aşan öğrencilerde öğrencilikle ilgili avantajlar sanıyorum geri alınacakmış, harçlar her eklenen yıl için belirli bir katsayıyla katlanacakmış vd. ama kayıt silinmeyecekmiş. yani "tezim yetişmedi, içime sinmedi, şurasını düzeltmek istiyorum" diyen vatandaşlar için umut ışığı doğdu. mesela ben. baya iyi bir haber. şimdi isterse delft anlaşması gecikedursun, er ya da geç hallolur, hocalarım isterlerse "bu doktora daha olmamış" desinler, düzeltirim, isterse çalışmam içime sinmesin, yeniden yaparım.

mevcut sistemde doktorayı erken bitirmek için ne bir ortam baskısı, ne motivasyon, ne çalışma ortamı var. ama yönetmeliğe göre 7 yılda teslim edemezsek, ya da bazı prosedürleri zamanında yerine getiremezsek okuldan atılıyoruz. tabi yıllarca üzerinde uğraşılmış, bir süre daha uğraşılıp bitirilebilecek çalışmaların böyle bir anda kesilip atılması kimseye pek anlamlı gelmediğinden süreç türlü şekillerde uzatılıyor, aflar çıkıyor vd. uzattıkça uzatıyoruz ve avantajlarımızı yitirmiyoruz.

bizim mevcut akademik sistemimiz bana epey sorunlu görünüyor. doktorayı belirli bir süre (diyelim ki 4 yıl) içinde bitirmenin bazı avantajları olmalı. avantajlar mali destekle ilgili olabilir, istihdamla ilgili olabilir, öğrenciliğe ait destekler (barınma, burs, konferans desteği, indirimler vd.) olabilir. ama herkesin temposu kendi yaşam ve çalışma koşullarına göre ve çalıştığı konulara göre farklılık gösterdiği için tezin tesliminde asıl kriter tezin artık yeterince olgunlaşmış olması olmalı, önceden belirlenmiş bir tarih değil. isteyen erken bitirsin, isteyen geç.

zaten öyle bir sistemde mali kaynağı bulmak öğrencinin derdi oluyor. ve mali kaynak kesileceği için öğrenci de 4-5 yılda tezi bitirip bir hoca kadrosu edinmek üzere çalışıyor. istihdam tezin bitirilmesi kriteri üzerinden sağlanmamalı. bizim durumumuz, 33'lük de, farklı bir model olarak oluşturulmasına rağmen işleyişte 33'ten farkı kalmayan 50d'lik de, biraz sakat bir istihdam modeli gibi geliyor bana da. uzuun uzun ve tembel tembel asistanlık yapma fikri ilk başta bana iyi geliyordu da, bir noktadan sonra asistan olarak fazla inisiyatif alamadığını görüyor insan. kendi stüdyonu açmak, kendi adına proje geliştirmek, ders vermek istiyorsun. ama yaptırmıyorlar.

bu konu sendika içinde tartışmalara yol açmıştı. hocaların sanıyorum büyük kısmı güvencesiz, kısa süreli asistan sözleşmelerinden yana. asistanlar ise iş güvencesini savundular ve belli bir başarı da elde edildi. en azından fiiliyatta. tuhaf bir şekilde, hala asistan olduğum halde, artık yaşla mı ilgilidir, doktora sürecinin sonlarına gelmiş olmakla mı ilgilidir, ben de güvenceli asistanlığa şüpheyle bakmaya başladım. sistemde bazı şeyler değişmeli. sözleşmelerin başı, sonu ve görev tanımları olmalı. asistanlıktan emekli olmak bana pek saygıdeğer gelmiyor. asistan kadrosu üzerinden dağıtılan kaynaklara daha sonraki kuşakların da ihtiyacı var. herkes, zamanını, sırasını, verimli kullansa daha mı iyi ne?

diyorum ki, beni işten atsınlar isterlerse, ama doktoradan atmasınlar. çünkü başka yerde iş bulabilirsin, başka bir iş yapabilirsin, ama 6-7 yıllık bir doktora çalışmasını çöpe atıp yeniden başlamak kolay değil.

28 Temmuz 2011 Perşembe

research by design, design as research >> learn, inquire, research, design

bu aralar tasarımda araştırma, tasarım yoluyla ve tasarım için araştırma başlıkları üzerinden bir kaç metin yazıyoruz. 'öğrenme' tabirinde herşey çok sorunsuz. 'araştırma' deyince ifade söylem alanına kayıyor gibi. belki "araştırma", toplumsal bir tür meşruiyet sağladığı için, kaynak kullanımı ve istihdam meşruiyeti getirdiği içindir bu. öğrenme ise bireysel bir amaç da olabilir ve bir talep içermeyebilir. neyseki tartışma güncel, yoğun, epiy akademik metin var ve büyük isimler bu konu hakkında görüş bildirmişler de o konu hakkında "sağlama basan" bir metin oluşturmak mümkün görünüyor.

bkz. aşağıda dorst, 'öğrenme' üzerinden tasarımı tarifliyor:

Dorst, 2006, p 16:
"Design can indeed be seen as learning: as a designer, you gradually gather knowledge about the nature of the design problem and the best routes to take towards a design solution. You do this by trying out different ways of looking at the problem, and experimenting with various solution directions. You propose, experiment and learn from the results, until you arrive at a satisfactory result. .../... you sketch an idea and then look at it with a critical eye. This fresh look often immediately shows you what must be changed in order to improve the design. So you change it, and then you again look critically at your work, etc. Design can be described as a process of going through many of these learning cycles (propose-experiment-learn, propose-experiment-learn, again and again) until you have created a solution to the design problem. In this way you learn your way towards a design solution."

bu tarif schön'ün güncelliğini koruyan kitabından ilham alıyor (the reflective practitioner, 1983). burada tarif edilen genel bir mesleki öğrenmeden ziyade, onunla bağlantılı olmakla beraber, spesifik bir probleme yönelik öğrenmek. problemin biricikliği schön'ün de sıklıkla andığı bir durum ve tasarım faaliyetinin karakterini belirleyen temel etkenlerden. schön bu araştırma meselesine de bir değiniyor:

schön, 1983, p308:
"Clearly, then, when we reject the traditional view of professional knowledge, recognizing that practitioners may become reflective researchers in situations of uncertainty, instability, uniqueness, and conflict, we have recast the relationship between research and practice. For on this perspective, research is an activity of practitioners. It is triggered by features of the practice situation, undertaken on the spot, and immediately linked to action. There is no question of an "exchange" between research and practice or of the "implementation" of research results, when the frame- or theory-testing experiments of the practitioner at the same time transform the practice situation. Here the exchange between research and practice is immediate, and reflection-in-action is its own implementation."

schön, ama, en çok "inquiry into ..." öbeğini kullanıyor. araştırmanın (research) akademik iddia ve taleplerinden uzak, öğrenme (learn) kadar da iddiasız değil. felsefeye ya da insan bilimlerine has bir araştırma türüne işaret ediyor?

27 Temmuz 2011 Çarşamba

öf.

iki günde bu kadar kötü haber yeter herhalde. bir şekilde bu kötü kafadan kurtulup artık 3 dakika kuralı falan diyerek oturup bişeyler yazmaya geçmem lazım. anlaşmamı yeniden düzenleyip fen bilimlerinin önüne götürmem ve yeniden yök'e yollanmasını sağlamam lazım, arada bi askere falan gidiyorum herhalde, ve de yarışmada tam 12 ödülden bir adedine bile bizi layık görmemişler. insan bu diğer projeler ne kadar güzel ne kadar şahane çözümler olmalı ki bizimkini geride bıraksınlar diye düşünüyor. çünkü bizimki iyi projeydi. çözümleri de iyiydi. görüntüsü de iyiydi. çevresiyle ilişkisi de iyiydi. sunumda eksikler hatalar vardı ama derdini anlatıyordu. inşa edilseydi insanlar iyi bir bina inşa edildi, iyi olmuş derlerdi. güvendiğin bir iş ile başarısız olmak tuhaf bir kafa imiş. bazı insanlar ise her yarışmadan ödül almaya devam ediyor. inceleyeceğiz. bu sürekli ödül almayı beceren projelerin kuvvetli yanlarını.. sonra, kendini toparlayıp yaptığın işin eksiklerini görmeye çalışmak gerekiyor [bir iki hafta içinde "kenarlar"a bir foto-jurnal hazırlamak]. sonuçta bu incelikli bir iş. usanmadan daha iyisini yapmaya çalışmak lazım. seneye artık.

26 Temmuz 2011 Salı

iki ileri bir geri

bir anlaşma metni vardı. seyahatteydi. sonra bana geri gelecekti. ve yürürlüğe girecekti. bu bir yıl süren kırtasiye maratonundan sonra herhalde artık halloldu dedimdi. aileme bile böyle bir anlaşma oldu dedim. aslında sağlamcıyımdır. olur, öyle söylerim. fakat zamanında itiraz edilmeyen bir takım değişiklikler günümüzde uygun bulunmayınca, onların yeniden şu şu şekilde değiştirilmesi gerekince, bu değişiklikler tc'de yeni bir onay zincirini tetikleyecek miydi? anlaşmalar ankaralara yeniden yeniden gidip gelecek miydi, imzalar sekreter masalarında belirsiz süreler yeniden mi unutulup... tamam. her neyse. artık bu işlere sıkılmaktan sıkıldım. iki ileri bir geri imiş.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

stüdyo vs. ofis

ofis modelinin bir takım avantajları var. bunlar aynı zamanda onun tatsızlığını da teşkil ediyor. bir patron var, herkes sabah bir saatte geliyor, bir sözleşme yapılmış, çalışanlar mesailerini satmışlar, her sabah o mekana gidip akşama kadar çalışmak durumundalar. stüdyo modelinde de çalışmak talep ediliyor ama katılımcının tepesinde durup onu çalıştırmak pek mümkün değil. stüdyo modelinin başarılı olması için katılımcıların yüksek sorumluluk duygusu, bir üretme disiplini, hatta bir üretme ve kendini geliştirme aşkı taşıması gerekiyor. bu özellik ise..

ve şimdi, itiraf etmek gerekli ki ofis bir verimlilik ve üretkenlik barındırıyor. tepeden aşağı, iyi organize olmuş, yoğun bir üretim temposuna sahip, belli bir üretim ve süreç yönetimi birikimi, uzun yıllar içinde oturtulmuş bir meslek pratiği birikimi taşıyan ofisler... bir yarışma sözkonusu olduğunda rekabet bu ofislere karşı...

yine de insan ofis değil de stüdyo gibi bir üretim organizasyonu kurmak istiyor. stüdyonun görece yataylığı, hedeflerle gevşek ilişkisi, ya da hedeflerinin deneyim ve öğrenme olması, dolayısıyla sonuç ürün baskısının zayıflayabilme olasılığı... işin çeşitli yönlerini bir ölçüde askıya alabilmek, zamanın rahvan kullanımı... düşey değil yatay arkadaşlık ilişkileri içinde çalışmak.. her aktörün kendi potansiyellerini aradığı, farklı alt amaçlar bulunsa da temel amacın öğrenmek ve yeniyi üretmek olduğu süreçler. sonra her aktörün belli bir ölçüde özgürce katkısını koymak için alan bulduğu, alanın tepeden aşağı daralmak yerine aşağıdan yukarı genişlediği iş yapma türleri... öyle ya da böyle, stüdyoda da üretildiği açık.. ama nasıl olacağı üzerine düşünmek gerekiyor biraz. çünkü doğrudan "onu al burda uygula" tavrı işlemiyor.

stüdyoda, yürütücü olarak, müellif değilsin ve olmamak için azami gayret sarfediyorsun, tasarımcılığını geri plana alman lazım, önemli olan karşındaki insanların yaşadığı üretim ve öğrenme süreci. ama kendin bir ekiple iş yaparken durumun farklı olduğunu idrak ediyorsun. orada olmalısın. sen de müellifsin. şüphesiz hiç bir ekip üyesinin fazla baskın olmaması gerekiyor, ekibi boğmamak gerekiyor ama orada olman lazım. orada olduğunu inkar etmemen lazım. her konuda konsensüs aramak istiyorsun ama deadline sıkıştırıyor. ve tasarımla ilgili bir yasa varsa o da şu: tüm fikirleri ve gerekleri eşit biçimde uzlaştırma arayışı iyi tasarımla sonuçlanmıyor. özetle, dar zamanlarda iyi iş çıkarmak gerektiğinde stüdyo modeli çöküyor.

katılımla ilgili temel bir incelik de var burada. uğraştığımız işlerde bir tür bilgi birikimi hayati önemde. mimarlığın bilgi alanı dille ifade edilebilen önermelerden ibaret değil, iş yapma becerilerini de içeriyor. yatay süreçler örgütlerken de, bilgiye sahip olanın, uzmanlığa sahip olanın bu birikimini bir kenara koymaması gerekiyor. ama bir tarafın bir uzman olarak işe katılması, ya da daha birikimli bir aktör olarak işin içine girmesi doğrudan bir asimetri yaratıyor. asimetriyi nasıl hiyerarşi olmaktan uzaklaştıracağız, asimetrinin ekibin üyelerinin sürece aktif katılımını bastırmamasını, her aktörün kuvvetli olduğu, öne çıktığı alanlarda kendini ortaya koyuşunu engellememesini nasıl sağlayacağız, soru burada. çünkü asimetri kaçınılmaz ve gerekli.

toplumsal karar alma süreçlerinde bu sorunu çözmek daha kolay görünüyor. uzmanlar teknik hususlardaki birikimlerini ortaya koyar ve bir tür danışmanlık hizmeti verirken, kullanıcılar ve yönetsel aktörler normatif alanlardaki taleplerini geliştirmeye odaklanabilirler.

ekip oluşturmak için de aslında bir takım taktikler biliniyor. mesela, kees dorst, farklı karakter ve becerilere sahip katılımcıları olan ekiplerin daha pürüzsüz işlediğini anlatıyor. hepsi aynı uzmanlık alanında bulunan, aşağı yukarı aynı özelliklere sahip, aynı işi yapan katılımcıların çatışma veya verimsizleşme olasılığı daha yüksek.

görece yatay bir süreç içinde iyi iş çıkarmak bir seri koşula bağlı. ekip üyelerinin yüksek sorumluluk duygusuna ve üretim sevgisine sahip olması, aktörlerin birbiriyle uyumu ve farklı özellik ve becerilere sahip olmaları, "benimki, seninki" yerine bir tamamlayıcılık tavrını sürdürebilmeleri, ayrıca bir mimarlık/iş yapma vizyonunda uzlaşabilmeleri ve en önemlisi tüm bunları baskı altında değil kendi kendilerine taşıyıp sürdürmeleri... bu özellikleri taşıyan bir ekibi biraraya getirmeyi başarmak gerekiyor. ama galiba ofis içinde iyi iş çıkarmak bu kadar çok koşula bağlı değil. "böyle olacak" deniyor. biri bunu söylüyor. herkes uyuyor. bu durum hiyerarşinin ve ofisin kural, yataylığın ve stüdyonun istisna oluşunu açıklar gibi.

[tabi başka faktörler de var, profesyonel destek alabilmek, danışmanlık hizmeti alabilmek, bunlar için bağlantılara ve sermayeye sahip olmak, ortamda öne çıkan başarılı/becerikli aktörlerle çalışmak, onları eleyip seçmek vd. bu açılardan da ofislerin avantajları var. ama benim tartışmam bunlarla ilgili değil.]

19 Temmuz 2011 Salı

ha şöyle.

bir yarışma teslimi daha yaptık. güzel oldu. kendi projemiz olduğu için de öyle düşünüyorum tabi. ama çok güzel oldu. dört başı mamur oldu. bir önceki yarışma tecrübesinin ardından, alınan dersler ile.. velhasıl, iş karmaşık. çok disiplinli çalışmak gerekiyor. devamlılık gerekiyor. herkes gezerken oturup çalışmak gerekiyor. alternatiflere alternatifler eklemek, her ölçeğin kendi hakkını vererek sistematik çalışmak, her aşamanın tüm temsillerini üretmek, onları karşına almak, bakmak, tartışmak, yeni denemeler yapmak ve bunu aylarca sürdürmek gerekiyor. tabi tasarım bitmiyor ama doğru noktada bazı konuları sabitleyip nihai sunumlara geçmek gerekiyor. ve sunum için yapılanlar da bitmiyor bitmiyor bitmiyor. o noktada kararlı bir kampa girip gece gündüz demeden çizmek modellemek boyamak gerekiyor. bitmiyor bitmiyor... yapıyorsun bitmiyor.. ne tasarlamak bitiyor ne sunmak bitiyor. ama yine de belli bir noktaya getirip teslimini yapıyorsun. eğer ana yerleşim ve kütle kararları, işlevsel dağılım ve projenin havası, görüntüsü toparlanmışsa tamamdır. buna bir de güzel çözülüp çizilmiş planlar, işlenmiş kesitler ve detaylı renderlar ekleyebildinse ufak tefek eksiklerin, şurda burda bir hatanın önemli olmadığını görüyorsun. sunumda acemilikler, hatalar olabilir diyorsun. projenin havası tuttu. çözümleri yerinde. fikirleri oturdu. raporun söyledikleri ve projenin söyledikleri arasında karşılıklılık var. belki de zamanla öğrenilen şeylerden biri de neye ne kadar zaman ayrılacağı, neyin daha önemli neyin daha geri planda kaldığı konuları..

asıl üzerine yazmak gereken konu ise şu: mesele yaratıcı tasarım yapamamak, yok rutinlere yenilmek, yok vasatlık falan değil.. doğru çerçeve bu değil. iyi proje yapmak-yapamamakla ilgili olarak kullanılacak kelimeler bunlar değil. o kadar az zaman ve yapılacak o kadar çok iş var ki.. o kadar kıt kaynaklarla öylesine belirsiz ve bazen de zor problemler üzerine gidiliyor ki.. bir sürü zaman ve mesai harcanıyor ve ne kadar çok harcansa daha çok zaman ve mesai gerekiyor. ve sonuçta olmadıysa, proje kötü olduysa, ekibin kendisi, yardıma gelenler, çilesini çeken etraftaki diğer insanlar.. yani tüm harcananlar ve çekilenlerin boşa olması ve bunun proje daha bitmeden bilinmesi çok tatsız oluyor. başarılı olacaksın. iyi proje yapacaksın. süreci yönetmek diye bir şey var. kendi haline bırakılamayacak kadar masraflı bir iş. kaynaklar kıt. zamanı doğru kullanmak ve çarçur etmemek gerekiyor. riski sadece gerekli ya da uygun olduğu yerde almak geri kalanında daha az savruk olmak gerekiyor. riskli süreçler örgütlemeden önce iki kere düşünmek lazım.

bütün bunların doktoram açısından da anlamlı yanları var. bir kere, birinci sınıf içinden bakılınca mimari tasarımın kendi problem alanı, teknik/bilgi alanı gözden yitebiliyor. ama böyle bir alan var ve oldukça engebeli. mimari tasarımın gerçekliğine yarışma süreçleri sayesinde yeniden yaklaştım. ve ikincisi, mimari tasarım sürecinin bir strüktürü var, aşamalar mevcut, süreç öyle rastgele falan değil, ne yapsan oluyor gibi bir durum yok. bunun da sebebi problemlerin karmaşıklığı ve istenenlerle ilgili çıtanın yüksekliği karşısında, zamanın ve becerilerin kısıtlı, deadline'ın yakın oluşu.

güzel bir proje yapmanın kendisi bir mükafatmış. onu da görüyorum. sonuçta ödül alırız ya da almayız, o, jüriye ve katılan diğer projelere de bağlı. ama çıkardığımız işle gurur duymak.

8 Temmuz 2011 Cuma

halledicez ya..

önce, aslında çok da dert etmediğim halde, altıncı ve son izlemem öncesi biraz gerildiğimi farkettim. zaten en az bir yıldır genel bir tez gerginliği üzerimden hiç kalkmamıştı. arada daha yoğun gerginlikler oluyor geçiyordu. yoğunlaşan gerginlik ortadan kalktıktan sonra artık kaç gün sürdüyse o kadar gün kalp ritmimde ufarak sorunlar olacaktı. geçecekti.

izlemeyi olduk. gayet de temiz geçti. ertesi gün kalp ritimleri şunlar bunlar. iki günlük gerginlikmiş. o da geçti. sonra bana bir hal oldu. bir hal geçti belki de. yani tesisatla girişilen mücadelenin son düzlüğüne girmek, ya da delft anlaşmasının hayırlısıyla postalanması, ya da düzgün bir outline sahibi olabilmek, ya da okunacakların önemli kısmının okunmuş yapılacakların önemli kısmının yapılmış olması.. bunlardan olabilir.

telefon geldi, aralıkta askere sevkiniz yapılacak diye, ona bile tınmadım (zaten erteleme formülü varmış, ertelemezlerse de ertelemesinler ya ne olacak), bi telefon daha geldi "ben komiser osman" diye söze başladı adam, ilginç bile gelmedi dinleyelim dedim, iki alt katın ev sahibiymiş, komiser osman, halledicez dedim o tesisat işini, ya o işi halledelim dedi, halledicez dedim, bak gönülsüzcüm sen benim oğlum yaşındasın, sakalın falan var ben seni gördüm sen mimarmışsın dedi, o işi halledelim dedi, evet dedim, ben de mimarım zaten, onu yapıyoruz halledicez. ne güzel adam, doğa, kırlar, havalar, havuz, şu bu, bana bir ferahlık geldi. benim tezim yazılıyor. bildirilerim yazılıp yayınlanıyor. a yazılmadı ne olur? bişey olmaz yine yazarım, ben bu işi anlamaya başladım zira. projelerim gerçekleşecek, çünkü nasıl proje yapılıp yürütüleceğini anlamaya başladım. puanlarım toplanıyor, ha ne oldu okuldan ilişiğimi kestiler, varsın kessinler, ordan da başka yollar açılır, kaptırır giderim.

"o işi halledicez." normalde bu hava bana kolay kolay gelmez. "hallolur ya bi şekilde" diyip işlerini rahat rahat takip etmek bana uzak idi. şimdi çok yakın. şimdi ben o oldum. birden. bu haller güzel. önümüzde güzel bir yıl var. düğümler birer birer çözülecek. sorunlar çıkacak ama hallolacaklar. hallolacak o iş.

30 Haziran 2011 Perşembe

insan olmasam hayatım daha kolay olacaktı

araştırmacının pis su gideri tıkanmasa daha hoş olur. tıkandıysa kolayca açılsa şeyolur, güzel olur. alt komşuyu su basmayıp iki alt komşunun banyosu rezil olmasa.. bastıysa da bu meseleler hemen çözülse.. bedensiz araştırmacılar, gidersiz banyolar, teslimsiz doktoralar olsa. iyi olur.

peki. bugün çalışamadık. ama iyi şeyler de oldu. 3 adet iyi şey oldu. 2 adet kötü şey oldu. bir şerbet bardağının dibine bir miktar sıvı koyuyoruz. bu bir deney. içine iki buz atıyoruz. bizim bir şezlongumuz var. bizim kafamız fena. bizim içimiz sıkılıyor. insansız araştırmacılar olsa.

anlaştık gibi

şurdaki yazının devamıdır.
çünkü protokol metnimin 3 türkçe ve 3 ingilizce kopyası tesadüfen öğrendim ki enstitü müdürünün imzasını edinmiş ben de ordan geçiyordum uğrayayım dedimdi. metin ensitüten bana benden de mf bey izinde olduğu için m. hanıma verilip mf. bey'e de haber verilip, mf. bey de m. hanıma durumu izah edince birden m. hanımdan rektör beye gitmiş ve rektör bey imzalayıverince m. hanıma geri dönmüş. ordan da bana haber geldi. ben de m. hanımdan gidip protokolü alacağım, benden postaya postadan delft'e gidecek. ordan da efendim ordaki danışmanıma, programın yürütücüsüne ve oranın rektör adına imza yetkisi sahibi yöneticisine gidip imzalanınca buraya geri yollanacak. benden rektörlüğe gidecek. kopyaları da enstitü ve yök'e yollanmak suretiyle protokol yürürlüğe girecek. bu esnada protokolün de süresi dolmuş olacak. olsun. bu iyi bir gelişme.

25 Haziran 2011 Cumartesi

ejderha mı tırtıl mı? grotto mu mağara mı? deli mi foli mi?

stüdyoda öğrenme faaliyeti üretim üzerinden ve ancak üretim varsa gerçekleştiği için, tasarım da meşakkatli ama tatmin edici bir faaliyet olduğu için ve bir üretim sevgisi, üretmekle ilgili hazzın tadılması iyi tasarımcı olma yolunda elzem olduğu için, tabii ki stüdyoya getirilen, önerilen işlerin alev alev, kanatlı, rengarenk, hayalci, yeni, uzak, korkunç, fantastik, hatta vahşi imgeler sunması lazım.

üretecek olanın kendindeki en ilginç yönler üzerinden çalışmasına ve eğlenmesine fırsat tanımak lazım. mesele ingilzcesi türkçesi değil, mesele benim anladığım, senin anlamadığın değil, tutuk olan tutuk bırakır, sıkıcı olan sıkar. bu anlamda bazı eski sorularımı yanıtlıyorum: reklamcılıkla stüdyo arasındaki paralellikler, stüdyonun piyasa süreçlerinin peşine takılmasından daha çok, iki faaliyetin de bazı noktalarda şu hedeflere yönelmesinden kaynaklanıyor: heyecan yaratmak, hedeflediği insan grubunun ilgisini çekmek ve bu ilgiyi canlı tutmak. temel amaçlar ise farklı.

stüdyoda öğrencinin üretmeyi sevmesini sağlamak durumundayız. çünkü, ancak öyle kendini geliştirebilir, iyi bir tasarımcı olmaya, iyi tasarımlar yapmaya yönelebilir.

23 Haziran 2011 Perşembe

büyük outline'ların yaşamı ve ölümü

son bir kaç gündür bir parça konsantrasyon yakaladım. bir parça ama. tüm gün o anların gelmesini bekleyerek dolanıyorum. ve bazen 3 dakika taktiği uyarınca oturup bişeylere bakmaya başlayabiliyorum. bu sayede başından beri yaptıklarıma göz attım. projelerimi ve modellerimi hatırladım. raporlarımı okudum. iki adet çok başarılı doktora inceledim. oturdum outline'ımı düzenledim.

en başta, hayretle farkettim, ben ne kadar çok şey yapmışım... bir yandan çok bişey yapmışım gibi gelmiyor, ya da tek başına bir başarı olarak ortada duran tamamlanmış bir proje yok ama incelediğimde sunup tartışacak çok ürünüm var. ve dahası da gelecek. bir sürü dallanma olasılığı da var. doktoradan sonra ele almaya değer şeyler.

bunların bazılarını bir kenara ayırdım. çünkü hem yarımdılar, hem de kendi başına daha sonra üzerine gitmeye değer projeler olduklarını düşündüm. sonra geri kalanını literatür üzerinden tartışmayı düşündüğüm konularla birarada "ördüm".

bir yandan bu outline'da, önceki girişimlerimin aksine olarak, biraz tıkıştırma havası var. şu ana kadar, yaptıklarım arasından bir proje seçip sonra onla ilgili bütünlüklü bir outline çıkarmaya çalışmaktaydım. şimdi tüm yaptıklarımı ve zihnimdeki tartışmayı alıp bunu bir teze dönüştürme yoluna girdim. belki işin doğru yolu bu değil, ama benim çalışmam böyle gelişti. ve galiba böyle gelişmeliydi. ayrıca incelediğim iki tez de bu havadalar. ve sonuç gayet dolu dolu olmuş. iddiaları, tartışmaları ve uygulamaları arasında kolay takip edilebilir yüzde yüz bir karşılıklılık olan basit tezler değil bunlar. belki öyle olsa da iyi olurdu onu da bilmiyorum. ama bir yandan da o uzatılmış bir konferans bildirisi olurdu gibi geliyor. dergi makaleleri dahi öylesi bir basitlikten uzak oluyor genelde.

özetle, bir outline'ım var. yazmaya başlamak için yeterli. şimdi (yarın) tüm kitapları önüme açıyorum. ve yazma boğuşmaları başlıyor.

20 Haziran 2011 Pazartesi

cetvelle not vermek

ben de bir zamanlar bir çizelge üzerinden, "şuna şu kadar buna bu kadar puan versek, sonra süreçteki şu şu kadar etkili olsa, teslimleri tam yapmak düzgün yapmak şu kadar etkili olsa vb." gibilerinden bir not verme stratejisi denemiştim. bir takım gerekçelerim de vardı. yani daha tutarlı ve adil bir değerlendirme stratejimiz olabilir mi? (sevdiğimiz öğrenciye yüksek puan, anlamadığımız ya da tatsız karakterlere düşük puan verme durumlarının önünü alabilir miyiz?) okuldaki düşük motivasyon ve yüksek laçkalıkla nasıl başa çıkılır? yaptığımız işe biraz daha değer verir ve ciddi yaklaşırsak stüdyoda kaliteyi yükseltebilir miyiz? verilen emeklerin karşılığı daha iyi alınabilir mi?.. bu sorulara yanıt aramak.. daha önce bu tip çizelgeler deneyen bir stüdyoda öğrenci olmuştum. denemeye değer geldi. not kriterlerinin bir kısmını da öğrencilere açmıştım. öğretici bir deneyim oldu. bir seri sorun var, görüyorsun. ve kökensel sorunlar bunlar. hemen aklıma gelen bikaç tanesini yazayım:

en başta, çoğu sorunun kaynağı şu, sen tüm kriterlerini dışsallaştırmaya, belirtik kılmaya çalışmışsın, orda da kalmamış sayısal bir tablo üretmişsin, "şunun puanı şudur, bununki budur, şundan şu kadar kırarım, bunu bu kadar ödüllendiririm, şu kadar da bonus ayırırım" demişsin. böyle bir şey yaparken, "her öğrenciye bunu aynı şekilde uygularım, kimseyi kayırmam, tutarlı ve adil olurum" diye düşünmüşsün. ama her öğrenci, her stüdyo, her dönem, her iş farklı. hoca da farklı. ayrıca her öğrenci her iş ve her hoca da her seferinde farklı performans sergiliyor. bunların hepsinin farklı zamanlarda farklı biraraya gelişleri hep farklı sonuç veriyor. yani çılgıncasına farklı değil ama yeterince farklı. tek-biçimli bir değerlendirme sistemini geçersiz kılacak kadar yani. adil ve tutarlı olmaya çalışırken sonuçta kendini zorlama ve adaletsiz bir iş yaparken bulabiliyorsun. gerçeklikte karşına çıkan çeşit çeşit durumlara çizelgeler içinden karşılık bulamadığını fark ediyorsun. tüm kriterlerini belirtik kılamadığın da ortaya çıkıyor. kılmayı denediğinde birbirine entegre çalışmakta olan kriterlerinin, kriter topalaklarının bulunduğunu fark ediyorsun. bunları ayrı ayrı listeleyip "decompose" edemiyorsun. bir başlıkta birarada da yazamıyorsun çünkü her durumda bu toparlaşmalar farklı şekilde cereyan ediyor. (alexander'in ilk task-decomposition stratejisi de bu yüzden hem zor hem işlevsizdi..)

çizelgenle ilgili sorunlar çıktıkça bir iki istisnaya ad-hoc çözümler geliştirmeye çalışıyorsun, sonra bir bakıyorsun baştan aşağı istisnalarla karşı karşıyasın.. eğer "bu çizelgeyi biraz daha detaylandırırsam mesele çözülecek" dersen iş çılgınca bir detaylanmaya gitmeye aday (ve sonuç yine de ikna edici olmayabilir.)

mesela yıl içinde bir takım ara değerlendirmeler yapayım ve sonra bu notlar sabit kalsın, yılın sonunda unutulmasınlar diyorsun. ama öğrencinin (ve hocanın da) performansı inişli çıkışlı bir çizgi izliyor. diyelim ki bir öğrenci var, iyi işler çıkardı ama bir ara belirli bir eşikte iyi not alamadı.. eğer orda aldığı notu düzeltemiyorsa, bir çaresizlik üretmeye başlıyorsun.. oldu bitti. dönemin başında şunu çok kötü yapmıştın, şimdi ne yapsan orası düzelmiyor.. yıl içi değerlendirmeler yapılmalı, hatta not bile verilebilir, ama nihai değerlendirmede bunun kesin bir oranı, katsayısı falan olmamalı. olamıyor. değerlendirme orada durmalı, zamanı geldiğinde bakılmalı, hesaba katılmalı, ama baştan belirli bir katsayısı olmamalı..

bir teslim listelerine riayet meselesi var. yani bunun ne ölçüde değerlendirmeye katılacağı. bazı okullarda bir ortam var, onlar yapıyor. yani teslimleri eksiksiz falan alıyorlar herhalde.. bizde de başka bir ortam var, biz yapamıyoruz. yani tek başına öğrencinin sorumluluğu değil ve tek stüdyo da bunu kendi içinde çözemiyor. bu bir ortam meselesi.. dahası da var ama, yani ortam boşu boşuna böyle oluşmuyor, onun da sebepleri var. öğrencinin bazısı yavaş çalışıyor, bunun da çeşitli türleri var. bazısının sadece eli ağır, bazısı çok özenli, bazısı da düpedüz yetenekli. bunların bazıları aslında iyi iş çıkarıyorlar, kendilerini geliştiriyorlar, stüdyoya katklı yapıyorlar.. ama yetiştiremiyorlar. iki çizimi eksik diye düşük not alması işin doğasına aykırı onu görüyorsun. bu yavaşlık bazen iyi bir tasarımcı ruha işaret ediyor, ya da o tekrar tekrar denemeler, gecikmeler çok öğretici olabiliyor öğrenci için.. sonra bu kadar değerli bir deneyimi sonuçları çizelgene uymadı diye cezalandırıyorsun..

sonra her öğrencinin, her çalışmanın ve her ürünün hem kuvvetli hem zayıf yanları oluyor ve bu o işin bağlamına sıkı sıkıya bağlı oluyor. ve senin kriterlerinin bağlama göre dönüştürülmesi gerekiyor. ama o zaman da aradığın tutarlılıktan uzaklaşıyorsun. çünkü aynı işi o öğrenci için farklı bu öğrenci için farklı değerlendirdiğinde zaten yola çıkış amacından sapmış oluyorsun. sonuçta çizelgene, kriterlerine, kurallarına uyamadığın pek çok durum oluyor. bu da yapmaya çalıştığın şeyi anlamsızlaştırıyor. seneye şurasını burasını revize ederek daha iyi bir çizelge oluşturamayacağını da sana gösteren sorunlar oluyor bunlar bir çok zaman.. (zaten bu bağlamsallık ve "situatedness" sorunuyla başım[ız] belada.)

objektiflik sevilen bir tutum. sorumluluğu hafifletiyor. insana arkasını dayayacak bir destek sunuyor. ama mümkün olmadığı yerde de fena sırıtıyor. henüz stüdyoyla ilgili tüketici biçimde listelenmiş-haritalanmış kriterlerimiz, sayısallaştırılabilir değerlendirme yaklaşımlarımız yok. genelinde tasarımla ilgili zaten böyle yaklaşımlara sahip değiliz. yapay tasarımın önündeki temel engel de bu. şu anda bu sorunla uğraşıyorum. ve üretebildiğim yanıtlar karikatür mahiyetinde. ama bu bile değerli. araştırmada küçük adımlarla ilerlemek kaçınılmaz. zaman zaman, talihli anlarda, daha iri adımlar atanlar da görülüyor. ama genelde onlar da o konuya aslında mini adımlar atmak için girişmiş oluyorlar.

fakat, stüdyo pratikte iş yapılan bir yer. öğrencilerin kendilerini geliştirdiği, yürütücünün ise iş yaptığı bir yer. bu bir iş. sonuçları var. stüdyoda da kendi adına bir araştırma-öğrenme süreci yaşıyorsun. ama bu faaliyette dikkatli olman lazım. yaptığın işi sakatlama lüksün yok. çünkü başkalarına karşı sorumlusun orda. ve eğer yanındaki bir stüdyoda gayet sezgisel biçimde senden daha başarılı değerlendirmeler yapan birini görürsen yöntemini iki kere sorgulamak durumunda kalıyorsun. o zaman niye böyle zorlama denemelerle uğraşıldı? (paralel bir sorun ilk kuşak tasarım metotlarının sonunu getirmişti.)

yine de, aslında, stüdyo pratiği genelinde tasarım faaliyetine o kadar çok noktadan dokunuyor ki, stüdyoda bir takım değerlendirme yaklaşımlarının üretilmesi, genelinde tasarım araştırmalarına ciddi katkı yapabilirdi. bu sebeple, şu anda, en azından, değerlendirme kriterlerimizin dışsallaştırılması çabasını anlamlı görüyorum. bu konuda yüksek hedefler koymaya gerek yok. sadece neleri önemli gördüğümüzle ilgili notlar alarak başlayabiliriz. bir takım "memo"lar.. her dönem. her eşikte.. yani biz bu işi, geldiği gibi yapmaktayız ve bir ölçüde değerlendirme performansımızdan memnunuz. o zaman bizi incelemeye değer. ve buradan yola çıkarak belki genelinde tasarımın nasıl değerlendirildiğiyle ya da değerlendirme mekanizmalarının nasıl işlediğiyle ilgili sonuçlara doğru ilerleyebiliriz. (bu da tasarım araştırmalarının bugün geldiği konuma paralel bir sonuç.) zamanla bir seri anahtar kelimeye ulaşabiliriz. çeklistlerimiz oluşabilir.. sayısallaştırmaya gerek yok.. ama "şu husus vardı önemliydi dikkate aldık mı" diye bakabiliriz.. bazı durumlarda o hususa bakmayacağızdır, ama o durumlar hangileridir, onları da not almaya başlayabiliriz.. sonuçlar ilginç olabilir.

kendi çöplüğünde

kendi çöplüğünde herşey ne kolay halloluyor. ne yazacağını daha kolay buluyorsun. nasıl yazacağını daha hızlı çözüyorsun. kendi değerlendirmeni daha sağlıklı yapıyorsun. zaten eşikler de daha aşağıda. onu da daha kolay algılıyorsun. yani ne bekleneceğini, nasıl bişey yapacağını, işin hakkının ne olduğunu falan... rekabet de yoğun sayılmaz. yolluyorsun, "olmuş gel" diyorlar. sanki ne yaparsan oluyormuş gibi geliyor.. aslında tam da öyle değil. uzun yıllar o alanda dolanmış olmak ve ne yaptığını daha iyi bilmekle de alakası var. bilmediğin alanlarda üretmeye çalışmak daha zorlu bir süreç. zaman alıyor. inişli çıkışlı oluyor.

16 Haziran 2011 Perşembe

ikinci bir kayıt yayınla

peki şimdi de işin "parlak tarafına" bakalım.

21 asistan ("onlar")

(aşağıda listelediklerimi bizden daha kararlı biçimde gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmekte olan ve bize de örnek olmuş olan az sayıda hocayı saygıyla bir kenara önce ayırayım ve devam edeyim)

asistanlar (ve en yeni yard.doç.lar) arasında bir iletişim ortamı var. çok kuvvetli değil. ama bu hale gelmesi de zaman aldı. en azından nerde ne yapmakta olduğu belli olmayan hocaların aksine, biz okuldayız, stüdyolara katılıyoruz, stüdyoları yürütüyoruz, stüdyoların dışında işlere el atıyoruz, yayın talebine karşılık vermeye çalışıyoruz, konferans konferans geziyoruz, masa çekiyoruz, pafta asıyoruz. burdayız. çünkü yaptığımız işleri internet üzerinden ve/ya okulda sergilerle paylaşıyoruz. ve aramızda bir etkileşim var. bu bazen havada kalan, bi türlü gitmeyen bir kelime oluyor, illa ele almak durumunda kalıyorsun. bazen bir isim oluyor, araştırıyorsun, hayatının akışı değişiyor. bazen ötekilerin yaptığı bir işi incelemek oluyor. ya da dışarıdan izlemek oluyor. bazen birlikte çalışmak oluyor.

kurumun genelinde daha kuvvetli bir etkileşim ortamı olmasının nasıl işe yarayacağını insan yaşayarak görüyor. çünkü zayıf etkileşim bile çok verimli. ama önce, yani onun için önce, insanın yeni bir şeyler yapmaya çalışıyor olması lazım, bir şeyler kurmaya, denemeye çalışıyor olması lazım.. yoksa etkileşimin anlamı yok pek. ve şimdi, bu da belki sadece gençliğe özgü bişey midir? gençlikten midir? ondan mı böyle olmaktadır?

15 Haziran 2011 Çarşamba

not düşmanları

dönem sonu olduğu için kees dorst'un şu pasajı aklıma gelip duruyor, ben de aynen alıntılıyorum:

[understanding design p.89]
"Coaching design students is a subtle game of listening and criticising, encouraging and guiding, coming up with examples, fishing for ideas and delivering the occasional stern remark.
A good coach does all of this based on a real relationship of trust with the student. The student should feel that the tutor is actually working on his behalf, and the coach should feel that he is being taken seriously. The stronger this bond of trust, the better the project will go.
However, this bond of trust can feel incredibly awkward when it comes lo the final stage of the project, when the coach has to judge the quality of the design work. It is then that the friendly and encouraging mentor suddenly becomes an exacting representative of The School. Often this about-face is felt keenly by the student as a betrayal of the trust that they have built together. The coach is not happy either: he watches a rift ap­pear where once there was solidarity. After judgment has been passed both parties have a hangover, and go their separate ways. They avoid contact as much as possible, except for some vague gestures of greeting when they happen to see each other in the corridor.
This transformation from coach to judge is an unavoidable part of any design curriculum. Many good teachers are unhappy with this situation, and solve the problem by maintaining a mentoring tone during their as­sessment of the student. They are too nice - it is in the interest of the student to get a sharp and clear judgment, well supported but possibly quite harsh.
What I tend to do is let the student know a couple of weeks before the end of the project that we will be on opposite sides for a while. That the student will have to prove his/her quality to me from now on - a declaration of war, as it were. I always hope that by doing this explicitly it will be possible to re-establish the bond of trust later. Sometimes this works. But it is always difficult."

notlar verilip stüdyo bittikten sonraki yıllarda hocanın A alan öğrencilerle ilişkisi F alan öğrencilerle ilişkisinden belirgin biçimde daha iyi kalıyor. daha doğrusu, genelde, F alan öğrenciyle o hocanın hiç münasebeti kalmıyor :] yapacak bişey yok. F de veriyorsun. ne gerekiyor gibi geliyorsa veriyorsun. not veriyorsun. ve öğrenciler bu notları gerçekten umursuyorlar. en azından bizim okuldakiler. belki o yüzden bizim okuldalar.

.. portfolyo-klasör görüşmesini bu iş için kullanmak iyi fikir. dönem değerlendirmelerini ve notları karşılıklı konuşmak.. zaten periyodik portfolyo-klasör konuşmaları her halükarda iyi fikir.. ama benim aklımda... bu değerlendirme işini... yani önce not meselesini enine boyuna tartışmak.. tüm öğrencilerin katıldığı tartışmalarda... sonra yine öğrencilerin katıldığı gizli puanlamalar belki... ya da belki onun yöntemi de tartışmalarla belirlenir.. denemek lazım..

mimarlık korkusu

mimarlıktan çeşit çeşit korkmak var.

mesela biçimsel-bağlamsal korkular var. önem verilen bir mevkide bina tasarlarken yerin dibine doğru kaçmakla sonuçlanıyor. çünkü mimarlık oraya zarar verecek. ya da mimarlık oraya bişey katamayacak. ya da oraya uygun bir mimarlık üretemeyeceğiz. ya da "hele programın büyük kısmını yerin altına saklayalım da, konuyu nasıl kotarabileceğimizi daha iyi bildiğimiz bir probleme dönüştürelim".

başka tür bir mimarlık korkusu 70'lerden itibaren gündemde. "mimarlık kapitalist üretim ve paylaşım düzenlerinin bir uzantısıdır, dolayısıyla pek de iyi değildir" cümlesiyle karikatürize edilebilir. iyi tanıdığım bir korku. günümüz anti-otoriter muhalefetinin mimarlığı yok sayması da bununla ilişkili. bir tarafa archigram'ı koyun, ya da yeni babil'i.. ya da stalinist anıtsalcılığa bakın... çılgınca inşa etmek arzusu var. öbür tarafa bugünün işgal evlerini koyun, ya da christiania'yı. az müdahale ve az kaynak sarfıyla mevcut yapılaşmaları doğrudan-eylemin mekanlarına dönüştürme arayışı var. inşa etmekten çevreci ve muhalif hissiyatlar yüzünden geri çekilmek..

bir de mimarlıktan şöyle bir korkmak var: "bu iş mimarlığa dönüşmeye kalkarsa havasını kaybedecek".. korku haklı ve buna yönelik şöyle bir itiraz var:
-"evet bu tür işlerde üretilen imgeler iş binaya dönüştüğünde güçlerini yitirecekler. zaten asıl mesele bu dönüşüm anıyla boğuşmak.. dönüşümü ertelemek aslında kendini kandırmak oluyor.."

karşı itiraz şu:
-"tartışmasız biçimde mimarlık alanında dolanan bazı çalışmaların, arayışların, araştırmaların, düşünsel üretimlerin binalaşmaya çalışması basitçe saçma... mimarlığın -ve yeri geldiğinde diğer disiplinlerin de- araçlarını kullanarak mekan üzerine düşünme faaliyeti, bir bina tasarlama etkinliğinin ön çalışması gibi düşünülmek durumunda değil. tüm mekansal öyküler bir binanın kavram paftasına sıvanmak üzere üretilmiyorlar."

burada tartışma o eski inşa edilebilirlik tartışması değil artık. burada düşünmenin yolları ve karşılık gelen temsillerle ilgili bir tartışma var. superstudio ve archizoom hem mimarlık hem şehircilik hem de toplum üzerine kuvvetli eleştirel işler geliştirmemişler miydi? superstudio'nun 'sürekli anıt'ı iç mekanlarını konvansiyonlara uygun biçimde çizip çizmediği üzerinden tartışılır mı? archizoom'un 'sürekli kent'i ise büyük ölçüde birbirinden bağımsız iç mekanlardan ibaret. çünkü bir öyküde vurgulanacak öğeler vardır. vurgulanmayacak öğeler de vardır. bazı hususların belirsiz bırakılması icap etmiştir. öylesi gerekmiştir. edebi bir iştir bu. bir öyküdür.

öykücü mimarlıklar var. ama bunlar giriş-gelişme-sonucu olan, kompozisyon hocasının sevdiği öyküler değil. ve bazı mimarlık hocaları bu öykücülüğü kararlı biçimde baskı altında tutuyorlar.
[dönelim stüdyo hiyerarşisine. ve hocalarının hatalarına mahkum edilenlere.]

14 Haziran 2011 Salı

kaydı yayınla

14 prof.
6 doç.
15 yar doç.
6 öğr gör.

41 hoca eder.

kaç tanesinin yazılarını tartışıyoruz? ya da kaç tanesinin derslerini dışardan da olsa -kredisi lazım olmasa bile- takip etmek istiyoruz? ya da kaç tanesinin stüdyosu bize ilham veriyor? ya da kaç tanesinin tasarımları incelemeye değer geliyor?
2?
1?
3?
2?

hayır bütün bunların başarılabildiğini de her gün görüyoruz. bunlar yapılabilen şeyler. birileri yapıyor. benim bu okulda dolanmakta olduğum süre içinde dünyada binlerce ilginç yazı yayınlandı, binlerce ilham verici ders şanslı öğrenciler tarafından takip edildi, yüzlerce stüdyodan binlerce üst düzey tasarımcı yetişti ve binlerce nitelikli bina inşa edildi..

21 araş gör.
20'si burda.
ben de burdayım. demek ki o listeye ekleneceğim. yazıları kof, stüdyosu öylesine, dersleri anlamsız, tasarımları sıradan... ve ne okulda dolanmanın anlamı olacak, ne stüdyoların, ne tartışmanın, ne seminerlerin... olmamış olacak çünkü. önemsiz olacağım. herşey önemsiz olacak.

yani diyorum.. o zaman vaktini ayırıp da ukala asistanlarla daha neyi tartışıcaksın ki? neyin çekişmesine giriceksin yani? anlatabiliyor muyum, insanı motive eden, bir şekilde önemli bir iş yapmakta olduğuna ya da yapacak olduğuna inanmak... o inancı kaybedersen.. yapamadıysan, yapamayacaksan, önemli olan şeyleri mimarlığın, okulun ya da ikisinin de dışında kurmaya başlarsın. evin önemlidir, çocukların önemlidir, para kazanmak önemlidir, güncel politika önemlidir...

proje seminerleri: bir takım şeyler artık iyiden iyiye şey mi..

gördüğüm en düşük katılımlı "mimari tasarım proje seminerleri" bugün gerçekleşmiştir. bu yazıda seminerlerin hali tavrıyla ilgili yüzeysel bir takım düşünceler gevelenecektir. düşünceler yazarın sıcaktan bunalmış ruh halinin cümlelere dökülmesi üzerinden ortaya konacaktır. püf. abstrakt formatı komik bile değil.

hocaların bir kısmı dalga geçer gibi kendi sınıflarına sıra geldiğinde uğrayıp gittiler. sonra aslında yakınlarda oldukları ama şurda burda öylesine vakit geçirmeyi seminerleri takip etmeye yeğledikleri görüldü. başka bazı hocalar hiç gelmediler zaten. biz asistanlar niyeyse büyük ölçüde ordaydık. bizim aramızda anlamlı tartışmalar geçti sanıyorum. bir kısmımız birinci sınıf uzmanına dönüşeyazdığımızdan konuşacak konularımız oluyor. "siz onu nası yaptınız, şunu yapmadınız mı, burası böyle şurası şöyle..."

sonra bitirme projeleri arasından saklanması icap edenleri aşağıya taşıdım.
sonra birinci sınıf projelerinden saklanması icap edenleri de odaya taşıdık.
kütüphane ve fotokopi kapanmıştı.
bir ara yapılması gereken ne çok işim var diye düşündüm ama işleri hatırlayamadım.
çünkü çatılar sıcaktı.
tartışmalar aynı insanlar arasında dönüyordu.
tartışmak tehlikeliydi.
tartışmak tehlikeli evet.
görüş bildirmek.
eleştirmek bir yana, görüş bildirmek bile tehlikeli.
kim ne zaman söylenen hangi sözden alınacak.. insan onu hesap etmek zorunda.
kelimeler müthiş bir dikkatle seçiliyor.
bazı insanlar arkalarından kıyasıya eleştiriliyor.
fırsat yakalandığında onlarla dalga geçiliyor.
"hepimiz ittifak halindeyiz ve bunlarla dalga geçiyoruz" havası yakalanır yakalanmaz bir akademik araya müstehzi bir espri sıkıştırıyor.
sıkıştırmasınlar artık.
sözleri varsa formüle etmenin yolunu bulsunlar.
ya da kolay hedeflerle dalga geçip duracaklarına enerjilerini...
öf. ne yaparlarsa yapsınlar.

bu dönem artık bitmiş olsun

gelelim geçen haftanın başlanan ama bitirilmeyen entry'lerine..

1 numara:
[daha bu akşam yazıldı ama yayınlanmadı :]

başlık: bu dönem artık bitmiş olsun.

"kesin bitmemiştir.
bitmiştir bitmiştir.
yok bişeyler daha vardır kesin."

[saat yedi dolaylarında sevgi'yle avluda oturmuş aynen bu kelimeleri ağızlarımızdan dökmekteydik. okul yaz okulu öncesi terkedilmişliğinde. bizim dönemimiz aslında bitmedi. güze kadar sarkacak bir sürü işimiz var.]

2 numara:

başlık: yarak kürek

"portfolyo teslim almak. klasör biriktirmek. not vermek. not verilmesine şahit olmak. bu jüri için masa çekmek, proje atmak, kapı kilitlemek (şerefli olmak). çesan ve pano bulup taşımak. jüri kenarına oturmak. stüdyo için masa çekmek, proje taşımak, maket korumak, masaları geri çekmek, iki adedini geri çekmemek, beli ağrımak. pafta maket cd ve bulabildiğin herşeyi mühürlemeye çalışmak. mühürlenmezse yine mühürlemeye çalışmak. bilgilendirici e-posta göndermek. jüri için dokuz sandalye dizmek. diğer bilgilendirici e-postayı göndermek. komisyon mesajlaşmaları takip etmek. sisteme bilgi girmek. sisteme not girmek. dizilen sandalyelere öğrencilerle oturup notların nasıl verildiği üzerine ahkam kesmek. sisteme başka not girmek. proje değerlendirmek. notunu beğenmeyen ya da hayal kırıklığına uğrayan öğrencilerle yüzleşmek. klasör dağıtmak. portfolyo karıştırmak. pafta asmak. sıra kurası çekmek. seminer seminer gezmek. pafta indirmek. mühürü ordan oraya götürüp duranlara kızmak. sergi düzenlemek. not yükseltmek. gidip mühürü kapıp gelmek. erken gelip gülcan'ın dataşovunu almak. alıkonması gereken projeleri güvenli yerlere taşımak. birilerini bişeyleri bi durumları bi parça enformasyonu bi uygun zamanı bi teslim tarihini beklemek. kısaca: yarak kürek. okulda son hafta etkinlikleri... bitse de eve gitsek artık."

[şimdi bunları sırtımı mehtaplı gece altında şezlonguma dayamışken düzeltiyorum. bitti. eve geldim. oh be. bir bardak şarap koydum. günün sırt ağrısı neredeyse geçmek üzere. neredeyse keyfim yerine gelecek.]

11 Haziran 2011 Cumartesi

bunu yaz

3-4 aylık bir aranın ardından tez hocamla oturup outline'larıma baktık. 15-20 dakikalık bir konuşmanın ardından "bunu yaz" dedi. net bir şekilde dedi. parmağını güçlü biçimde o alternatife doğru salladı. ben onu yazıyorum. oh. sanki yazmaya başlıyorum. şu aşamada önemli olan daha da uzatmadan yazmaya geçmek. ama dur. önce şu outline'ı biraz...

önemli olan anlaşmak

türk tarafı anlaşmayı nihayet onaylayabildi. yoksa sadece yök mü onayladı? bu iş uzun sürdü. 3-4 aydır hollandadan bana benden uluslararası ofislere ordan yöklere yöklerden ofislere ordan yine bana benden ofise ordan yine yöke yökten ofise ofisten enstitüye enstitüden ofise ofisten rektöre rektörden ofise gitmeyi başaran bu metni ofisten alıp eksik imzaları tamamlayacakmışım. eğer daha türk tarafının imzalarında eksikler var ise tekrar rektöre ofise enstitüye gitmesi gerekebilirse de belki de sadece bana benden hollandaya hollandadan yine bana benden ofise gitmesi yeterli olacaktır. bu arada hollanda yaz tatiline giriyor. neyse canım. bir yılda bu aşamaya geldik. seneye de tamamlarız.

edit: uluslararası ofisten bana, benden hocama, hocamdan bana, benden enstitüye gitti. şimdi enstitünün müdürü inceleyecek. ve en kritik nokta bu. bir yıldır belki ben de bu noktaya gelmemek için biraz ağırdan aldım. belki yök de bu noktaya gelmesin diye ağırdan almıştır. onaylamayabilirler. bu işe karşı çıkma ihtimali olan tek kurum enstitü. çünkü resmi doktora sürecim bitiyor aslında.

10 Haziran 2011 Cuma

okulumuz adına hayırlara vesile olmuştur umarım

okulumuzun bitirme projeleri arasından ilk üç seçtik. her zamanki gibi sessiz sedasız acele acele fazla da uzun uzadıya kurcalamadan her zamanki gibi projeler seçilip duruyordu her zamanki gibi. iyi projelerdi evet iyi projeler. kuvvetli mimarlıklar. sonra alçak ama ısrarlı bir ses (hakan) "bahar'a da bir baksaydık" deyip duruyormuş. ikinci bir destek olduğunu farkedince, kabullenmişliği bir yana bırakıp ben de sesimi çıkartayım dedim. "benim adayım bahar'ın projesi (nokta)" sonra birden 5 kişi olduk oylamada. ne kadar ilginç. proje aday bile değildi. sonra o proje üçüncü oldu. buna sevindim. ne kadar kolay bir yandan da. o olmuyor da bu oluyor. olabiliyor yani. bina=mimarlık, mimarlık=bina demeyen bir tutum takınmış olduk. okul olarak hem de. iyi oldu.

8 Haziran 2011 Çarşamba

ağlarsa hocam ağlar

bitirme notları verildi.
bazı projeler bina olmak istemiyor. ama bazı bina olmak istemeyen projeler sonuçta binaya döndükleri için ödüllendiriliyor, bazı bina olmak istemeyen projeler ise gitmeleri gereken yolda devam ettikleri için cezalandırılıyor. bazı hocalar mimari projeyi bina ile eşitliyor. [bu arada peter rowe'un kitabı bir pasajda pevsner'in bisiklet barınağına bina dediği, katedrale mimarlık dediği polemiği ele almış, doğru öyle bir tartışma vardı. burdaki başka bir tartışma. başka polemik.] neyseki herkes eşitlemiyor. bina tasarlamak çok zor biliyorum. öğrenmek iyi olur, mimarlık yapacaksan. ama zaten bir ömür bunu öğrenerek geçiyor. ve o kadar belli değil ileride hangi becerilerin ya da yaklaşımların iyi bina yapmana yardım edeceği. bazı projeler bina olmasalar daha iyi olabilir. ve bunun cezalandırılmak yerine bir anlama çabasıyla değerlendirilmesi lazım. gerçi... gerçi mimarlıkla binanın eşitlenmesini sorgulayan fikirler hiç yeni değil. demek ki bazı hocalar oturup bu böyle böyle olunca daha iyi diye karar vermişler. öykücü projeler bazı jürileri dumura uğratıyor. bu iyi. ama sonuç üzücü.

görmeyeli itü'nün değerlendirme çıtası yükselmiş. eskiden bb alacak bir sürü proje şimdi cc'yi zor alıyor. ya da bu jüride öyle. ama jürimiz genelinde binalaşmayı önemli buldu. binalaşabilmek. uzun süre birinci sınıf stüdyosunda kalınca insana uzak geliyor binalaşmaya verilen bu önem... belki de haklılar? sonuçta mimarlık okulu? mimarlık = bina?? öyle mi?

binada ise esas olarak yerleşim ve kütle kararları? ve binanın "hava"sı? öğrencinin havası? öğrencinin tanıdıklığı?...

çok açık bir olgu daha var: herkes tanıdığı sevdiği öğrencinin notu yükselsin istiyor. herkes irili ufaklı destekler atıyor tanıdığı öğrenciye. bazıları biraz fazla irili detekler atınca haksızlık oluyor. çünkü kimse o şiddette tartışmak istemiyor bu ortamlarda. şiddeti artıranın dediği olabiliyor bazen.

5 Haziran 2011 Pazar

sonuçta her sayfası farklı bir outline'dan ibaret bir tez yazacağım

geçen gece evrimsel algoritmalar ve rutin-olmayan-tasarım'da kullanımlarına daralan bir outline yapmıştım. sonra şöyle bir göz attığım bir kitaptaki araştırmanın-tezi-nasıl-yazılır konulu bölümün verdiği esinle yeni bir bölümleme şeması denerken geçtiğimiz yaz sonunda kendi haline bıraktığım izleği takip eden ikinci bir outline daha oluşturdum. çünkü o da ilginç bir öneriydi ve delft onu tutmuştu.

sonra aynı şemaya geçen haftaya kadar üzerinde çalışmakta olduğum outline'ı da oturttum. şimdi üç adet rakip outline'ım var. kafam karışık. artık oturup yazmaya geçmem lazım. 3 olası metnin de okumaları yaklaşık aynı. ya da en azından birbirini destekliyor. o yüzden okumayı aralıksız sürdürebiliyorum. doğrulama için gerçekleştirilecek projeler de tuhaf biçimde aynı. ama ortaya çıkacak metinler oldukça farklı. bu tez ne için yapılıyor, hangi soruları soruyor, neden soruyor, nasıl cevaplıyor, cevaplarını nasıl destekliyor? her outline'da sorulara yanıt veren öyküler birbirinden çok farklı gelişiyor. normal mi bu acaba?

2 Haziran 2011 Perşembe

bir daha anlatayım mı?

belirli bir komisyondan sürekli mesajlar almaktayım. sürekli birşeyler oluyor -yok olmuyor- ve biz de dahil edilmek isteniyoruz -yok daha değil- [bu belirli komisyon ve an-itibariyle-behemahal-uygulanması-gereken-uçucu-prosedürleriyle ilgili şuraya yazmıştım.] toplantılar oluyor, ı-ıh olmuyor. bir toplantılar olacak gibi mi ne ama yok olmadı ama bir mesaj atılacak gibi mi ne ama yok ama 3 dakika öncesine kadar kesinlikle çok doğru bir şekilde uygulanması gereken sistemin yerine gelen ve yine her adımı titizlikle uygulanması gereken yeni sistem şahane gibi mi ne ama pek de bilmiyoruz ama bizim bişeyler yapmamız gerek bir tarih var da ama o bizi ilgilendirmiyor gibi de yani bir başka da tarih var da kesin o tarihe bişey yapılacak onunla da ilgili bir yeni mesaj atılacak o tarihe kadar da bir toplantı olabilir bu süreçte karşımıza gelen tüm belgeleri imzalayacağız da tümünü imzalamayacağız kontrol edeceğiz bazı tarihler var onlara bakacağız ama o tarihler de revize edildi. peh. fakülte x komisyonu bile kendisini her dakika aşmayı başarıyor. zor bir dünya. başarının çıtası yüksek.

yet, another "new outline" for my beloved thesis

haftalardır sürdürdüğüm çeşit çeşit yayın, yarışma ve kırtasiye işinden sonra, programıma göre bugün doktorama dönmem icap ediyordu. esasında sürekli okumaktayım -ve bir alanın temel metinlerini okuyup durmak, o konuyu yazmayacak bile olsanız, insana çok ciddi bir güven kazandırıyor, tavsiye ederim- ama oturup metni şekillendirmek ayrı bir iş. tabi bir anda çalışmaya oturamadım. direndi.

neyse ben de arka terasa yatıp biraz okudum, biraz mimarlıkla uğraştım, biraz arkadaşlarla vakit geçirdim. sonra eve geldim. tv izledim. uyukladım. terasta yıldız baktım. yatağımda film izledim. sonra uyuyamadım. saat dörtte kalkıp peynir ekmek yedim (3. defa) sonra birden aklıma bişey geldi. pöang'a oturdum, eee'yi açtım, freemind'ı tıkladım [öğeler önemli], tezim için yeni bir outline yaptım (sekizinci falan herhalde?).

bakınca basit duruyor. insan daha karmaşık daha afili bişey yapması gerektiğini düşünüyor. ama basit değil. ciddi zorlukları var. işin güzel yanı, o zorlukların belli bir kısmını aştım. ilgili literatürü de büyük ölçüde taradım.

bu haliyle tez literatüre birşeyler ekliyor. çok aman aman bişeyler değil. ama hem önerilerinde hem metninde bir takım yenilikler getiriyor. tekrar ediyorum, basit şeyler. öyle devrimci şeyler değil. ama yeterli gibi göründü bana. ve zaten iddialarımın bir kısmını gerçekleştirdim bile. bunu gidip tez hocamla konuşayım şimdi.

edit: aslında konuyu yaratıcı-meslek-ehlinin 9-17 çalışamayışına bağlayacaktım: bkz. burda
ve burda