12 Haziran 2012 Salı

stüdyo üzerine yazmak

mimarlık eğitimiyle ilgili bir seri akademik dergi var. okulların çeşitli nitelikte yayınları ve katalogları var. ve bir takım konferanslar düzenleniyor. ayrıca da mimarlık okulu yöneticilerinin toplantıları oluyor, ulusal ve uluslararası düzeyde.. tüm bunların yanında, bu blogcağız da stüdyo başlığı altında mimarlık eğitimiyle ilgili notlar tutuyor. mimarlık eğitimi stüdyodan ibaret değilse de bu eğitimin en özsel parçası bu stüdyo denen yer işte. stüdyoda olup bitenler... her ortamın ve öykücülük tarzının stüdyoda odaklanan deneyimi algılama, yorumlama, işleme ve aktarma tarzı farklı. bu deneyimleri alıp eğitim teknolojisi, eğitim siyaseti ya da herhangi bir akademik izlek üzerinden yorumlamak mümkün. stüdyo deneyimini kuramsal bir çerçevenin görselleştirilmesini ya da bazen savunulmasını sağlayan bir vaka olarak kullanmak mümkün. ya da bu vakalardan hareketle sayısal çalışmalar yapmak da mümkün... stüdyoyla ilgili her şekilde yazılıyor ve her bakış anlayışımıza farklı bir katman ekliyor, ya da her katman ve ölçek stüdyoya farklı bir noktadan bakmamızı sağlıyor (bu katmanlar ve ölçekler meselesi aslında robert nozick'in philosophical explanations adlı kitabından esinleniyor ve belki daha uzun uzadıya ordaki pasajı tartışmam lazım). şimdi bu blogcağız da stüdyoya başka perspektiflerden bakıyor. stüdyo çok ilginç bir yer aslında. mimarlığın hem öğretildiği hem öğrenildiği hem de üretildiği yer olarak düşünüyorum ben stüdyoyu ve aslında stüdyoyu ofisin uzantısı olarak değil ofisi stüdyonun uzantısı olarak görüyorum. bu mekanın hiyerarşi ve karar alma, teknoloji ve mekansal düzen açısından organizasyonu mesela ilginç. o stüdyonun fiziksel olarak bulunduğu nokta da ilginç ama, hangi binanın neresinde ve içinde kaç kişi var ve bunlar nası insanlar. o stüdyoda nası işler yürütüldüğü nasıl konuşmalar geçtiği ve bunları gerçekleştiren kişilerin nasıl hayatlar içinden geçegeldikleri de ilginç. orda üretilen şeylerin kendisi de ilginç, nasıl oluyor da bunlar üretiliyor ve başka türlü şeyler üretilmiyor sürekli düşünüyoruz bunlar hakkında. bugün seminerler vardı mesela okulda ve bu yıl bunlar sunumlar şeklinde gerçekleşti. ve bambaşka fikirlerle zihnimiz zenginleşmediyse de seminerlerin bu şekilde kurgulanmasının çok iyi bir fikir olduğunu gördük sanıyorum ve basitçe stüdyoyu ve ürünleri anlatmanın dışında sunum tavırları olabileceğini de anladık. başka tavırlar diyorum ama buraya kadar saydıklarım ortadan kalksın demiyorum. tüm bunlara eklememiz gereken başka ve daha kişisel katmanlar var diye düşünüyorum ben. fenomenoloji vd. başlıklara girmek istemiyorum hayır. fenomenoloji başlığının bana niye inandırıcı gelmediğini başka bir yerde tartışmak üzere geçiyorum şimdilik, ama diyorum ki insanın kişisel tecrübesini derinlemesine deşmesini sağlayan tüm yaklaşımlarla stüdyo üzerine yazabiliriz. mesela ali şöyle bir tiyatro oyunu göndermiş az önce: Oren Safdie "Private Jokes, Public Places". oyun mimarlık okulundaki jüri sürecini merkezine alıyor. çünkü jüri çok ilginç bir deneyim. çok enteresan mekanizmalar üretiyor. ve stüdyo, bütününde, jüriden çok daha incelikli ve karmaşık... işin edebi bir boyutu olması gerektiği açıksa da bunun tiyatro oyunu, öykü ya da roman gibi bilindik formlar içinde çalışılması falan gerekmiyor.

şöyle ya da böyle, biz bu deneyimin birincil sahipleri olarak, konunun şu ya da bu yönü üzerine, derinlemesine düşünmeyi ve yazmayı deneyebiliriz. denemeliyiz. akademik üsluplar zorunlu olarak konunun pek çok yönünü görmezden gelmek zorunda bırakıyor bizi. ama konu karışık. ve biz de, tasarım akademyası olarak, metodoloji açısından, gözümüzü sosyal bilimler, insan bilimleri ve sanat akademyasının yaklaşımlarına daha çok dikmeliyiz. asla empirik araştırmaların bir karşıtı olmadığım gibi sayısal ve istatistiki yaklaşımların dünyaya ilişkin bilgimizi artırmak açısından çok önemli yer tuttuğuna inanıyorum. ancak her konunun da salt bu yaklaşımlarla çalışılamadığını unutmamak lazım. dahası fen / doğa bilimlerinin, zihnimizde, bilim denen şeye topyekün karşılık gelmekliğine de son vermemiz lazım. çoğumuzun zihninde bilimin imgesi kesin zannettiğimiz doğa bilimleri üzerinden kurulmuş. ancak bu tip bir kesinlik bilim felsefesi çalışmaları tarafından doğrulanamıyor. bu ilkel imgeyi bir empirik-karşıtlığına, ya da bir fenomenolojik mistisizme varmadan aşmalıyız (hegelci bir anlamda? ehöm, aufhebung?) diyorum. öte yandan, bir metnin hakikatle ilişkisini sağlamlaştıracağı örtük olarak umulan metinler-arasılık da kıllandırıyor beni. bizzat içinde yer aldığımız olaylar ile ilgili yazarken -ve buna fenomenoloji demek yine de bir tuhaf- bir referans fetşizmine de ihtiyaç duymadığımız anlar var.

özetle, akademikleri akademikler tartışırken, akademikler başka katmanlara da el atmalı.

Hiç yorum yok: