15 Haziran 2011 Çarşamba

mimarlık korkusu

mimarlıktan çeşit çeşit korkmak var.

mesela biçimsel-bağlamsal korkular var. önem verilen bir mevkide bina tasarlarken yerin dibine doğru kaçmakla sonuçlanıyor. çünkü mimarlık oraya zarar verecek. ya da mimarlık oraya bişey katamayacak. ya da oraya uygun bir mimarlık üretemeyeceğiz. ya da "hele programın büyük kısmını yerin altına saklayalım da, konuyu nasıl kotarabileceğimizi daha iyi bildiğimiz bir probleme dönüştürelim".

başka tür bir mimarlık korkusu 70'lerden itibaren gündemde. "mimarlık kapitalist üretim ve paylaşım düzenlerinin bir uzantısıdır, dolayısıyla pek de iyi değildir" cümlesiyle karikatürize edilebilir. iyi tanıdığım bir korku. günümüz anti-otoriter muhalefetinin mimarlığı yok sayması da bununla ilişkili. bir tarafa archigram'ı koyun, ya da yeni babil'i.. ya da stalinist anıtsalcılığa bakın... çılgınca inşa etmek arzusu var. öbür tarafa bugünün işgal evlerini koyun, ya da christiania'yı. az müdahale ve az kaynak sarfıyla mevcut yapılaşmaları doğrudan-eylemin mekanlarına dönüştürme arayışı var. inşa etmekten çevreci ve muhalif hissiyatlar yüzünden geri çekilmek..

bir de mimarlıktan şöyle bir korkmak var: "bu iş mimarlığa dönüşmeye kalkarsa havasını kaybedecek".. korku haklı ve buna yönelik şöyle bir itiraz var:
-"evet bu tür işlerde üretilen imgeler iş binaya dönüştüğünde güçlerini yitirecekler. zaten asıl mesele bu dönüşüm anıyla boğuşmak.. dönüşümü ertelemek aslında kendini kandırmak oluyor.."

karşı itiraz şu:
-"tartışmasız biçimde mimarlık alanında dolanan bazı çalışmaların, arayışların, araştırmaların, düşünsel üretimlerin binalaşmaya çalışması basitçe saçma... mimarlığın -ve yeri geldiğinde diğer disiplinlerin de- araçlarını kullanarak mekan üzerine düşünme faaliyeti, bir bina tasarlama etkinliğinin ön çalışması gibi düşünülmek durumunda değil. tüm mekansal öyküler bir binanın kavram paftasına sıvanmak üzere üretilmiyorlar."

burada tartışma o eski inşa edilebilirlik tartışması değil artık. burada düşünmenin yolları ve karşılık gelen temsillerle ilgili bir tartışma var. superstudio ve archizoom hem mimarlık hem şehircilik hem de toplum üzerine kuvvetli eleştirel işler geliştirmemişler miydi? superstudio'nun 'sürekli anıt'ı iç mekanlarını konvansiyonlara uygun biçimde çizip çizmediği üzerinden tartışılır mı? archizoom'un 'sürekli kent'i ise büyük ölçüde birbirinden bağımsız iç mekanlardan ibaret. çünkü bir öyküde vurgulanacak öğeler vardır. vurgulanmayacak öğeler de vardır. bazı hususların belirsiz bırakılması icap etmiştir. öylesi gerekmiştir. edebi bir iştir bu. bir öyküdür.

öykücü mimarlıklar var. ama bunlar giriş-gelişme-sonucu olan, kompozisyon hocasının sevdiği öyküler değil. ve bazı mimarlık hocaları bu öykücülüğü kararlı biçimde baskı altında tutuyorlar.
[dönelim stüdyo hiyerarşisine. ve hocalarının hatalarına mahkum edilenlere.]

Hiç yorum yok: