19 Mayıs 2009 Salı

eşelenmeye devam | delving into a mindset

[here’s an article of my professor. i don’t remember whether we were talking about all these in the studio, or whether they were conveyed to us through the air in the studio!? the words may still be flying over here... i find some of the phrases i have been frequently using in an about the studio verbatim in some of these texts.. it seems that we have a “milieu” in our school (or ecole?) yes that’s true, but this never means that we wouldn’t criticize it. (aşağıda hocamın yazısı var, bu yazılanları açık açık konuşuyor muyduk, yoksa stüdyonun havasından mı bize geçtiler bilmem... sözler havalarda uçuşuyordu belli ki, belki hala uçuşmaktalar.. sadece bu yazıdakiler değil, başka yazılarda da, kelimesi kelimesine benim de kullanmış bulunduğum ifadeler var.. bizim okulda bir “ortam”ımız var, var evet, ama bu onu sorgulamayacağımız anlamına gelmez)]

>>yürekli, hülya; the design studio: a black hole; in the design studio: a black hole, arch.design education views; YEM publications, 2007, pp17-34

what is architecture?
p17-18 diyor ki: mimarlığın tanımı sürekli değişir ama son zamanlarda bu değişim çok hızlı olmaya başladı. pevsner’in tanımını hatırlatıyor: çok eski olmayan bir tarihte, pevsner, sadece bir “estetik cazibe” ile tasarlanmış binaların mimarlık olduğunu söylemişti.. gündelik pragmatik binalar bu kapsamın dışındaydı. estetik ise tarzlar, oranlar ve dekorasyon ile ilgiliydi. modernist mimarlığın, mekanistik dünya görüşünün yansıması olarak stil, oran ve dekorasyondan özgürleşmeye kastettiğini söylüyor. mimarlığın müşterisi de bu süreçte soylular ve zengin insanlar olmaktan çıkıp standart insanlara dönüşüyor. yeni bina tipleri ortaya çıkıyor ve bu da fonksiyonelliğin öne çıktığı bir mimarlığa yol açıyor. böylece pevsner’in tipolojik ayrımı geçersizleşiyor. [tabi ben bunların aşırı sadeleştirme ve temenni olduğunu pevsner’in belirli ve derin bir hususu yakaladığını ama bunun günümüz için yeniden formüle edilebileceğini, bu estetik cazibenin aslında bir marka, reklam ve pazarlama değeri olarak anlaşılıp tanımlanması gerekeceğini, böylece bu mimarlık tanımının tarihin her dönemine uyarlanabileceğini düşünüyorum. basitçe işlevsellik mimarlığın esas meselesi olmamıştır, hiçbir zaman.] daha sonra modernizmin bir ‘izm’e dönüşmesine karşı eleştirilerin ‘pluralist’ bir yaklaşıma yol verdiğini bildirdikten ve limitlerle ilgili olarak tschumi’yi alıntıladıktan sonra sonra, p18: “we can say that by being conscious about the changes that are occuring, we must try to define architecture with our designs, which will be the end product of new and different ideas, places and things” [böylece mimarlık etkinliğini mimarlığın sınırlarını sürekli yeniden yeniden tartışan bir üretim olarak karakterize etmiş oluyor, bu yeniden tanımlama da değişen koşullara uyum sağlamakla meşrulaştırılıyor / gerekçelendiriliyor: tarzlara katılaşmamak.]
p19. "if there are no limits, simply there is no architecture. with a pluralist approach and with the motto of “everything goes”, loosing its grounds, architecture was endangered of loosing its definition and this led architecture to nihility. this was prevented by architecture being considered as an intellectual strive rather than a profession.” [this justification of intellectualism is rather vague. (burada da entelektüalizmin gerekçelendirilmesi var ama akıl yürütme çok açık değil, ilk cümleden ikincisi niye çıkıyor?)]
gittikçe mimarlığın vitruviusçu üçlüsü değişiyor, tschumi’den: “the change in architecture’s status is in its relationship to its language, its composing materials, and its individuals and societies.
1. the articulation of these three in contemporary practice,
2. the norms linguistic, material and functional can be distorted at will,
3. events, texts and drawings expand the boundaries of architecture”
[an overtly intellectual practice is defined here, but just through Tschumi's wishes! (bu da doğrudan entelektüel bir pratik tanımlıyor ama tschumi’nin temennileri olarak da okunabilir bu satırlar)]
p19. “it can be argued that architecture today is not solely art or science but an intellectual strive that has grounds in art, science and human life. it is clear that architecture is a fast changing and an open ended phenomenon in other words an open system. and this open system’s change is with the metaphors, similar to the changes of language dependent on the metaphors and its usage especially by poetics.”
[then stresses individuality (daha sonra bireyselliği vurgulamaya geçiyor:)]
p20. “similar to the individualization explained above, nowadays, as the result of diversity and speed, most of the phenomena related with architecture, were transformed to an individualistic nature in definition” [örnek olarak rasyonalist öklidyen biçimciliğin matematikteki gelişmelerle geçersiz kalışını ve herkesin kendi rasyonalitesini tanımlayabilmesini veriyor.]
“the concept of space has a similar development, although the man made structures are collective productions, experiencing space became more and more individualistic. the definition of space shifted from a geometrical to a psychological then with norberg-schulz’s definition to an existential space. the functions of architectural space also became fragmented; they are mostly reduced to events in which the space is a week denominator. freed from space the individual is becoming more and more a nomad in character, but a more individualistic nomad than the historical nomad, fed by a global system or systems.” [ve sonra malzeme bilimindeki gelişmelerin immateryalizasyona doğru gidebileceğini, şimdiki durumda da malzeme seçiminin bireysel bir yaklaşım olduğunu vurguluyor ve sanal dünyayı da hatırlatıyor. temsilin de tasarımcı ve okuyucu için bireyselleştiğini söylüyor.]
p21 “being that it is ambiguous where architecture starts and where it terminates, words, two or three dimensional representations or the built or all of them can be considered architecture, depending on what their essences are.”
“architecture more and more becomes an individualistic approach that has relations with the global culture, which are knowledge, technology, and their different forms of diffusion, such as networks of the virtual world.”
[ve son olarak da insanın doğanın karşıtı olmadığını vurgulayarak mimarların ekoloji ve sürdürülebilirliği hesaba katmaya başladıklarını anlatıyor. ardından archiprix 2003 yarışmasından örnekleri aktarmaya geçiyor, bu örneklerin mimarlığın değişen yüzünü örnekledikleri anlamında:]
p29. “when we revisit the exhibition of archiprix international, we can clearly view that the accepted boundaries, which we think are very fragile and artificial between architecture, urban design, urban planning, landscape design and interior design are reevaluated and redefined for each design. convincing ideas and representations, which can also bear ambiguity, are the most exciting entries. these are mostly the designs, which are not expressed with conventional representational forms. they have an open window for the viewer to contemplate beyond the given. drawings are not enough to understand the designs, words help to define the limits of the architectures proposed, and they prevent the sheets of drawings to merely be beautiful forms of consumption.”
what is architectural education?
beaux arts ve modernist eğitimi kısaca tartışıyor, tarzlar ve proporsiyon meseleleri, sonra mühendis gibi yeni şeyler yaratmak ve brikolaj tarzı üretime bir de hybridization gibi bir kavramın eklendiğini bildiriyor. grassi’den bir tanım devralıyor:
p31. "roughly one could say that our profession comprises a technical side (which can be more or less elementary) and a definite attitude towards design, a definite inclination to a way of practicing architecture. obviously, learning consists in technical learning and in developing an attitude towards design.” “it can be seen that one of the bases of architectural education is architectural design, which is not some thing to be taught but something to be experienced. as grassi also points out there are certain things to be learned to have a convincing design. but the things that are learned are not enough to produce an efficient, creative design."
“architecture is an intellectual field of study and experiment and architectural design or maybe just design is fed by intellectual curiosity and energy and it has many dimensions” [burada entelektüel tabirinin altının yine doldurulmadığını ve tanımın biraz havada olduğunu belirtmek durumundayım, sadece tschumi’nin görüşleri ve archiprix yarışmasının sonuçları var ortada]
what is the design studio?
“the design process is multidimensional; it bears energy, and it is fed by intellectual curiosity. the design process is not a “black box” as defined in the seventies, it is a “black hole”, where all kinds of information and energy is sucked in and unpredictable designs are created. the black hole can be a room, a workshop, a city, the living place or all of them. the design studio is the official adress of the black holes.” [our manifesto for the studio has its roots here (!!!! bkz ‘bizim’ manifesto, bu kelimler bir yerlerden geliyormuş... şimdi burdaki tanım az yukarıdaki artık tanımlamaların metaforlar üzerinden yapıldığı varsayımına dayanıyor olabilir...)]
p32 “... design is not a teaching-learning process but a creating, experimenting, searching process, therefore it is an open system. here there is not one ‘other’, on the both sides are the others and there are many links with others. the relations of these others are not a simple give an take relation to produce symmetry. there are pumps that suck and press liquids with different densities in the system. so to come to a stage of equilibrium is not so easy and it is not desired. each time when equilibrium is to be reached, the tutor must prevent this stage of equilibrium, which in other words means to reach a static condition.” [metaforların yaratıcı kullanımı deleuze’ü hatırlatıyor]
p33 “grassi explains this situtaion as: the truth is that today teacher and pupil are on the same level when it comes to designing. the only difference is that one has a little more experience than the other and is a little more aware of what he or she is doing.”
“therefore the design studio is not a place where there are masters and learners. the design studio is a place where certain problems are discussed and solved by the less experienced and the more experienced designers. and it has the following properties: [from here comes my "rote" about the studio, i am an "individual" that was shaped according to this memorization. hence this manifesto from its first inception started to disrupt me, although it seemed too right, too true, too clear. these are not thought out ideas of mine. but the general opinion of a milieu. (buralar aslında stüdyo manifestosunda ağzımdan fırlayan ezberin nereden geldiğini iyicene anlatıyor, ben bu ezbere göre oluşturulmuş bir birey olmuşum. mevzunun beni böyle rahatsız etmesi ve meseleyi sorgulamaya başlayışımda bunun da etkisi olabilir, bunlar benim görüşlerim mi, bu görüşler nereden geliyor ve nasıl böyle kolayca üzerinde birleştik? bunlar beylik görüşler mi, yüzeysel görüşler mi?)]
“the design in the design studio does not have to be the representation of our real world and its properties. it has its own reality. to try to be the closest to the real world and its properties is only one of the opttions of the studio,
being it has its own reality, the design studio can be considered as a place where games are played,
the design studio must not be a place of competition but a place of communication, interaction, share and contemplation,
the designs of the students are not derivatives of the same big thing, such as the alternatives of one basic idea.
the themes must be given in a way that the students can have flexibility in approaching their design.
tutors must not be in a leading position, but on the other hand they must give certain clues to the student for her or his search for better ways or better solutions ...”

chosen from references:
tschumi, b.; limits I-II, in theorizing architectural theory, 1965-95; ed. nisbett; princeton architectural press, 1996, p.150, p.156
yürekli, h., yürekli f.; rasyonalitenin yapılanmasında irrasyonalin, metaforların ve taklidin rolü, etik-estetik içinde; ed şentürer, a., ural, ş., uz sönmez f.; YEM publications, 2004, pp156-165
grassi, g.; an opinion on architectural education and the conditions our profession has to work in; in ACSA conference book, design studies; ed. barbieri, u.; delft university publications, 1992

13 yorum:

kozmonot Lar dedi ki...

"basitçe işlevsellik mimarlığın esas meselesi olmamıştır, hiçbir zaman."

ama meselesi işlevsellik yada işlevin kendisi olan mimarlıklar olmuştur değil mi? öyleyse böyle bi genelleme yapmak "işlev"le ilgilenmeyi mimarlığa tamamen kapatmaz mı?ki halihazırda "işlev" mimarlığın bi elçabukluğuyla tarifettiğini iddia edip, tarifetmediğine verdiği onay değil mi? yani bi "dokunulmaz" değil mi? mimarlığın limitlerinin dışındaki alan? yaratıcılığa kapatılmış alan? mimar "birey"lerin sınırı? mimarlığın baştan kabul görmüş limiti? tschumi'nin de asıl derdi bu değil miydi?(arch. and disjunction)

ne dersin?

gönülsüz dedi ki...

buradaki iddia, işlevsel olduğu ya da vurgusunun işlev üzerine olduğu iddia edilen mimarlıkların da üretim sebebinin bir "marka değeri" veya bir ürün yönetimi, pazarlama ve reklamcılık faaliyetiyle ilişkili olduğu yönünde tepeden bir varsayım. bana anlamlı geliyor. çünkü mesela soğuk savaştaki batı kampının işlevsel mimarlıkları bir seri devletin liberal kapitalist imajlarını satmak için, doğu bloku tipinde ise devletçi tip katpitalist devlet imajını, ve bizim gibi geride kalan ülkelerde çağdaşlaşan egemen devletin imajını vd.. eğer yatırımcı devlet değilse zaten her zaman pazarlama faaliyeti, şüphesiz hedef kitlesine uygun bir ürün, marka ve biçimlenme ile, ön planda olacak.. bu cümle düşük olabilir, ama düşündüğüm biraz böyle.. yani mimarın inşa ettiği bir köprü asla basitçe üzerinden geçmek için bir köprü olmamıştı, valinin şanına katılmıştı... bir kale, devletin ya da kentin sadece savunmasına değil marka değerine katılır, bir sarayın niye "göründüğü" zaten biraz fazla açık ve bir şirket niye mimara gider merkez binası için, ya da bir "gated community" baştan aşağı hangi ilkelere göre tasarlanmıştır.. şimdi bu karmakarışık cümlede bir seri mimarlık türünü örneklemeye çalıştım. diyorum ki, yapı yapma ve mekan tanımlama eylemi, bütün teknik bileşenleriyle birlikte, mimarlığın da bir parçası olmakla beraber, mimar denen insanın ortaya çıktığı an, tarihsel olarak da (mesela geleneksel mimarlıklarda mimar yok, bir zenaatçi usta var, ama saray ya da cami inşaatında mimar çıkıyor ortaya) bu işlevselliğin aşıldığı, bir yatırımcının (bu paşadır padişahtır, kenttir, devlettir, şirkettir, zengindir, yeni zengindir, kooperatif halinde örgütlenmiş orta sınıftır...) kendi marka değerini de gözönünde tutarak bir kendini pazarlama etkinliğinde yapı yapma etkinliğiyle buluştuğu an olmuş olabilir. (şumi'nin limitleri nereye yerleştirdiğini hatırlamıyorum şu anda ama mesela eisenman işlev-karşıtlığını gayet mimarlığın içinde görebiliyordu, hatta mimarlıktaki gerçek modernizmin anti-işlevselcilik olması gerekeceğini müjdelemiyor muydu?! zaten tschumi de işlevlerle biraz keyfi biçimde "oynuyor" idi erken yapılarında..) mekan organizasyonu ve mekan işleyişi anlamında, mekansal program anlamında bir işlev bence mimarlıkta bir dokunulmaz değil, ama mesela bir bankanın kurumsal kimliği, bir zenginin elegüne karşı prestiji, bir devletin vekarı, ya da federal almanya durumunda olduğu gibi bir devletin parlementer demokrasi üzerinden tanımladığı reklam kimliği, bunlardan en az biri, bunların hiçbiri olmazsa da çok zaman yerinde duran: mimarın tarzı, yeteneği ya da becerileri, yani mimarın (büronun marka yüzünün) reklamı... bu, mimarlığın vazgeçilmezi olabilir.. (reklamcılık pazarlama marka değeri vd terminolojiyi yeni yeni öğrenmekte olduğum için yerli yerinde kullanamadığım ya da birbirine karıştırdığım olabilir)

bu varsayımımın (çalışma hipotezinin?) bugün bana her zamankinden daha açık görünmesinin sebebinin de yine şu alıntıladığım bir seri yazıda tariflenen güncel global kapitalist rekabet alanı olduğu düşünülebilir..

kozmonot Lar dedi ki...

bana öyle geliyor ki (yani gelmişti)bir "entellektüel enerji alanı" varsa mimarlığın, bu programla ilgili bi alan, imaj tasarımıyla değil... sosyal alan mimarlığa, programda içkin bişi oluyo, imaj vsde ise işin süsü oluyor... tschumi'de durumculardan lefebvre'den filan gelen kabaca bi gündelik hayat eleştirisi vardı... (baskın ideolojinin mekanda yeniden-üretilmesi, mekansallaşması...vs)utility mevhumunu sorguluyordu, ve bu utility'nin kendini tehlikeli buluyordu... başka kullanımlar/hayatlar mümkün demek oluyordu bu...vs. eisenman'ın ise mimarlık kavrayışı(bence)mimarlığı (bilgisayar) programcılığına açan bi kavrayış. olabildiğince otonom bi alan kurmak. fakat feci derecede ilkel, sosyal alanı, insan hayatının tüm belirsizliklerini dışarda bırakarak ve temelde biçimle uğraşarak başedebiliyo ancak; ancak böyle mimarlığı programcı diline çevirebiliyor...

tarihteki sosyal konut denemelerinin (almanya fransa)gayet iyi örnekleri de var -tasarım süreci ve organizasyon açısından da... her mimarlığı reklam üzerinden okumak fikrine katılmıyorum... çünkü 21.yyın programla ilgili gayet somut sorunları var... ve bunlara reklamcılık pratiğinden bakarak yetişen mimarlar fikri ürkünç geliyor bana... kentsel dönüşüm projeleri/deneyimleri, reklam medya imaj diyenlerin sulukuledeki feci yenilgisi ile sonuçlandı... -direnme yöntemi olarak- reklamcı-mimarın da değişen-dönüşen-dönüştürülen kentte yenilgisi kaçınılmaz geliyor bana...şirket binasında görünüşü kurtarabilirler belki....

mimarlar, hep başka bir mimarlığın mümkün olabileceği üzerinden düşünmeli diyom ben, yani entellektüellik bu demek çünkü... neyin mümkün olduğuna karar vermeden önce, olasılıkların tümünü sömürmek hepsini denemek gerek.yada bu ölçekten bi başlanması gerek...

bana bu reklamcı-mimar fikri ters geliyor,ama hakkın var bi "sosyal devlet" vardıysa da artık yok denecek kadar hiç.yine de bu reklamcı-mimarlar ya bi gün sosyal bi sorumluluk alırlarsa -allah saklasın? sosyal mekanı kavramaktan aciz mimarların fiziksel mekanda da başarılı olabileceklerini sanmıyorum ya ben...

gönülsüz dedi ki...

geçen bahar şenliğinde bir arkadaşla uzun uzun konuştuyduk da, kafa da iyi işte, o diyordu ki mimarlıkta önemli olan yaşantıya yaptığı katkıdır (yani ben onu hatırladığım kadarıyla böyle kurdum şimdi).. niyeyse bendeniz mimarlığın iyi bir yönünü bulmaktan çok sürekli bir onu deşifre etme ve kötüleme isteği barındırıyorum!? (bu arada işlevciliğin baskın ideoljileri yeniden ürettiği vurgusunun tschumi'den geldiğini hatırlatarak arkeolojimde bir sayfa daha açtın, insan unutuyor, kafasına yerleşen memlerin kaynaklarını)... geçen ay içinde bir ders anlattım, onu bir metne çevirmeyi düşündüm ama zaman ve konsantrasyon lazım.. aslında biraz beylik fikirler, buradan baktığımda, ama bunlar arka arkaya gelince tümüyle de kuvvetsiz değil idi anlattığım öykü.. çoğu bu bilogun orasına burrasına yazıldı zaten..
şimdi orada bu reklamcılık üzerinden tanımı verdim mimarlıkla ilgili, buna mimarlığın teknik yönünü (işlevsel de denebilirdi) ekledim, bu ikisini mimarlığın temel alanları olarak işaretledim, son kısımda ise bunları bir kenara bırakıp ürün üretmeye değil de yaşantı üretmeye yönelmiş bir pratik nasıl olurdu diye sordum, bu mimarlığın dışında, ve öyle kalsın ama asıl onla uğraşalım ve yollarını arayalım gibilerinden, miamrlar da sulukuleyi yıkıp yatırımcıları için karlı projelere (hedef kitlesini bulan ürünlere) dönüştürsünler... evet, katılıyorum: bu biçimcilik, ki mimarlık bununla rahat rahat yetiniyor [çünkü ondan istenen 1. teknik kısımların/programın çözülmesi, bazı durumlarda bütün sürecin yönetilmesi ve inşaatla ilgili mimara düşenler (ama daha önemlisi:)2. bir ürün yönetimi ve pazarlama sürecine katılması..] ama mimar olarak değil de, bir birey olarak daha donanımlı olsa idi ahlaki sorunlarla ve daha başka bir dünya isteğiyle belki de daha ilgili olur muydu? yoksa bu bir hamhayal mi? aslında bana öyle geliyor ki mimarların sosyolojik ya da politik donanım kazanmaları profesyonel dünyamızı değiştirmeyecek (bir grup mimar mimarlar odasına küfrediyor), çünkü şumi'den aldığım meme'i ben şuna çevirdim: miar bu karar alma süreçlerinde çok dar bir karar aralığının yöneticisi, o karar verici değil, etkili değil, ona düşen sadece sistemi yeniden üretmek ürettikçe üretmek, çünkü onun mesleğini baştan sona güncel ekonomik sistem belirliyor ve üretiyor. bu ekonomik sistmein dışında mimarlık diye bişey yok. ama yaşantı üretme pratiklerini ve özellikle alternatif mekan kullanımı pratiklerini mimarlığa indirgememek, bir meslek olarak mimarlıktan kurtarmak.... yani düşünüyorum, bir mimar var, karşısında bir yatırımcı, o da entelektüel bir heyecan ve donanımla öyle bir program öneriyor ve bunu öyle bir savunuyor ki alternatif bir mekansallık ve daha adil bir mekan kullanımı çıkıyor keyifleniyoruz falan.. bu kurgunun ilaç olmadığını, hatta eskidiğini düşünmeye başladım. aydan balamir'n bir yazısını okudum. bizim eğitim gördüğümüz dönemlerden birşeyler hatırladım, mimarlar odasının tavrını düşündüm, yani meslek etiğini aydınlanmacı bir modelde kurgularsak, toplumun hizmetindeki bir profesyonel ve onun meslek etiği gibi, o zaman insanlar işlerini yaparken toplum çıkarını önde tutacaklar gibi bir kurgu bu, schön 83 bunu uzun uzun tarifliyor, ama sonra bu kurgunun aşındığını anlatıyor daha 1983'te. aşındığı doğru. çünkü aslında böyle bir meslek etiği yok. çünkü zaten bu kurgu mimara ya da diğer profesyonellere çoğunlukla ellerinde olmayan karar alma yetkileri bahşediyor, oysa geçrekte, sadece işlev değil esas olarak mimarlık etkinliğinin nesnesi değil, mimarlığın üretim süreçleri, oraya bakarsak, zaten işlevi ister mekansal olsun ister bir pazarlama işlevi olsun ister bir festival olsun, aslında bunun üsretim süreçlerine gözümüzü dikersek, orada mseleği baştan aşağı ekonomik koşulların belirlediğini, bu ekonomik sistemin ise geniş halk kitlelerini ya da mimarları katılım süreçlerinin tümüyle dışında bırakan lobiler, güçlü kapitalistler-şirketler, devletler, devlet içi-dışı güç odakları, medya grupları vd etkili kim varsa onların arasındaki denge ve anlaşmalara göre şekillendirildiğini görüyoruz.... (uzun oldu yav kusura bakma)

kozmonot Lar dedi ki...

tamam doğru diyorsun ama sanırım beni, kendini sosyal bi aktör olarak da kurgulayan mimar daha çok ilgilendiriyor... yani şirkette çalışanlardan ziyade belki oda'da devlette filan çalışanlar...memurlar yani -gülünç mü geliyor kulağına? yada şirkette çalışan mimarın da daha fazla söz hakkı talep ettiği, siyasi mecralar yaratması yaratmak istemesi... vs. çünkü mikro ölçekte de olsa -bazen şehir ölçeğinde de-mimarlar kararlar alıyor. önemli olan bence mimar öznenin büyüklüğü/küçüklüğü sorunu değil... özne olmak istemesi/bunu sürekli talep etmesi. elbetteki eninde sonudan grand-ölçekte olan biten sistemin devamıdır, ama skalamız zaten "devrim mi mimarlık mı" değil ki! bu ölçeksizlik olur, kendini bilmezlik olur. ama bu sistem içindeki daha iyileri daha kötülere niye tercih etmeyelim ki? fırsat çıkarsa niye değerlendirmeyelim...gibi bişi. donanımlı olmak mevzusu. yani taktik davranabilmek için gerekli bu... ve fırsatları görebilmek, tartabilmek...vs

bu tür sosyal içerikli (mi demeliyim)projelerle mimar, eğitim hayatında mutlaka karşılaşmalı ve bunlar tasarım sürecinde tartışılmalı...

ben, tasarımın ayağı bilimsel mindsetlere daha çok bassın diyenlerden oldumdu son dönem... çünkü mimarlığın pseudo-bilimci yaklaşımları çok tehlikeli ve salakça gelmeye başladıydı ki son yıllarımı geçirdiğim okulda bu pseudo-bilim durumları feci idi.ki eminim pek çok okulda da durum benzerdir... "araştırma" yapılır ama datalar nasıl toplandı belli değil, belli bi kurgu yok... ve aslında mimarın sözünü desteklemek için kullandığı kırpılmış bilim süsü veren cümlelerden ibaret bişidi... yani araştırma tasarım eğitiminin bi parçası olmalı mesela... yav adamlar toplumsal meseleleri de data setleri üzerinden düşünüyor hesaplıyor mesela.. mimarlık da bi parça bu yönde bişi yaparsa rahat eder gibi geliyor bana...

sen bi projeni anlatmıştın bi zaman ben o fikri çok beğendiydim... tam hatırlamıyorum ama yol tarafında küçük ağaçlar, blokların tarafında büyük ağaçlar vardı... şimdi bu ağaçları sökmekle mi uğraşmaktasın-anlamadım...

gönülsüz dedi ki...

aslında şu anda aynı izin üzerinde olduğumuzu düşünüyorum, ama mesele öyle çok katmanlı ve çok ölçekli ki bu katmanlar arasında bir seri rolleri/karakterleri (ya da delözyen personaları?)/ya da pozisyonları sürekli şift ederekten, birbirimizin yerine geçerekten üstlenedurmaktayız/ canlandıradurmaktayız gibi geliyor şu kısa yorumlar serisinde bile... o projeyle ilgili de diğer konularla ilgili de daha az çalakalem ve daha özlü bir toparlama yapılabilir. belki. bilmiyorum. bir deneyeceğim. biraz düşünmem lazım... belki önce biraz yapay bir sadeleştirme yapmak...
yani geçen yıllarda ben de bizim okuldaki (hem meslek eğitimi hem araştırma-akademya) ve genel olarak mimarlık ortamındaki yüzeyselliğe takılmıştım. bunun ana başlıkları:
_biçimcilik
_sözde-bilimcilik [ve pozitivizmin çatırtıları arasında hala üstünü başını silkeleyen bir entelektüalist ya da doğa bilimleri çerçevesinden çıkışını tam anlamlandıramayan bir sosyal bilimlere eklenme belirsizliği.. neyse sadeleştirme diyorduk değil mi iyice saçmalıyorum...]
_sanki-entelektüellik
_piyasayla hizalanmak (sistemi basitçe yeniden üretmek)
_köhne aydınlanmacı sorumlu-aydın çerçevesi (bkz mimarlar odası ve odtü sorumlu meslek adamı eğitimi -bizde de var bu.. kötü değil ama etkisiz, yeni taktik ve söylemler gerekiyor)

gönülsüz araşt. dedi ki...

geçen yıl dikdörtgenden beri etrafıma biraz da can sıkıcı bir zorlamayla bu ana başlıklarda bir gündem dayatıyordum ben de sanıyorum. ben bazı konularda ateşkese geldim:
_biçimcilik tasarımın önemli bir bileşenidir, eğlencelidir hayatın parçasıdır vd. ve bazen uygun biçimde yüzeyseldir, alabildiğine.. ama tümüyle "biçimci" bir eğitim-pratik, yaşadığı dünyaya anlam veremeyen, kof sistemin kucağına oturucular üretebilir (yeniden üretmek)
_bilim paradigmaları sarsıla sarsıla bir hal olmuş, bilim gerçekten dünyevi olan artık ilahi hakikatleri barındırmayan bir epistemolojiye kavuşuyor, doğa bilimleri bile, sosyal bilimler doğa bilimlerinin 19.yy imgesini sırtlarından atmak için yarış halindeler, haklı bu, ama bunlar yerine fenomenolojik ya da yapısalcı yeni kesinlikler ve değişmezlikler getirmemek ve biraz postyapısalcılıktan esinlenmek gerek. öyle oldukta iki tür sosyal bilim ya da tasrım bilimi ön plana gelebilir: biri empirik araştırmayı sürdürür, çünkü materyalist ve dünyevi bir ortak bağlam kabulü bizi yaşamaya ve araştırmaya sevkeden temel içkinlik düzlemimiz olmaya devam ediyor (bkz. deleuze)... ikinci tür ise bu ortak alanın tam bir akış ve dağınıklık ve tikellikler alanı olduğunu teslim eder, o zaman bilim dahi bir öykücülüktür, ama tümüyle keyfi bir öykücülük değil, yaşantılardan az-çok sistematik besleme alan, azmettirilen bir seri öykücülüklerin birlikte akışı... ikincisi birincisine dayanmalı ama hep tetikte kalmalı.. (bunlar hep deleuze ve fuko'nun tarzlarından/yaklaşımlarından esinlenmeler şüphesiz)
_sanki-entelektüellik miamrın çalışma ve yaşama tarzının kaçınılmaz bir tezahürüdür gibi geliyor bana ve bu kolaycana aşılacak birşey olmayabilir.. bunu sankidikdörtgende ifade etmeye açlşıımıştık
_aynı şey piyasaya hizalanmak için de geçerli ve bu açıdan mimarlığı anlamlı uğraşlar listemizden bir kalemde silmek onu bir nebze düzeltmeye çalışmaktan daha anlamlı olabilir.. bir aydınlanmacı aydın olarak "sorumlu profesyonel", mesleğinin ekonomik "gereği" olarak algılanan yatırım ve dağıtım ve üretim süreçlerinin içinde şekillenmiş bir meslek etiğini ön plana alıyor... burada ahlaki sounlar onun için görünmezleşiyor, istendiği kadar okulda bunlar beyinlere yıkanmaya çalışılsın, piyasa denen şey kendini kabul ettiriyor.

gönülsüz araşt. dedi ki...

_bütün bunların ardından kendini bir toplumsal ve politik özne, kendi hayatının bir öznesi olarak kurgulamak isteyen mimar ne yapacak? ben bu sorunun cevabını mimarlık alanının dışına yerleştirmeye yöneldim. insan mimar karakterini bedenlendirirken kendi için tanımlanmış çerçevenin dışında fazla bir şey yapamayabilir. ama birer politik özne olarak hemen şimdi burda hayatımıza, senin de dediğin gibi, daha uygun bulduğumuz pratikler üzerinden yön vermeye çalışmaya geçebiliriz.. aslında senin söylediğinden farklı bişey söylemiyorum, ama bunu bir beyaz yakalı, belirli bir uzmanlık alanının yetkilisi olan bir profesyonel olarak değil de, bir genel politik özne olarak kurgulamak.. o zaman yapılacak olanın çerçevesi gneişliyor. bizim sözümüz sadece mekansal pratiklerle ilgili değil. hatta asıl sözümüz onla ilgili değil. o işin en son aşaması belki de... o yüzden ben enetlektüelliğin anlamını buradan dolaşarak buluyorum yeniden: politik ve felsefi donanım sadece mimara değil bütün bireylere gerekir o zaman. bir birey ayrıca mimar da olabilir ve mesleğini senin tarif ettiğin şekilde politik görüşleri uyarınca uygulamaya geçebilir. ama çerçeveyi, ölçeği geniş kurduğunda bu mimar diyelim ki hala çalışanlarını sömüren bir patron olmaya devam edecek midir? katılımcı olmayan dev inşaat süreçlerinde insanlara alın konutunuz/yaşam alanınız bu işte, bütün kararları sizin olmadığınız süreçlerde biz aldık ama inanın iyiliğinizi düşündüm ben mi diyecektir? insanların yaşamlarıyla ilgili kararların böyle tepeden veuzmanlar eliyle verilmesinde sorun var ki en başta. o zaman mimar iyi niyetli olmuş ne yazar.. bu ölçekler meselesi o yüzden önemli geliyor bana.. ve tabi burdaki uygulamaya hemen olduğumuz yerden başlamak ve devrim gibi tuaf kurgulardan kafamızı tümüyle uzaklaştırmak... stüdyoda mesela... (ya işte kısa kesecektim önce düşünecektim falan ama.. tekrar özür)

gönülsüz araşt. dedi ki...

ve son olarak: o projede yapmak istediğimi hala hatırlarım (hey gidi): orda bir (aldo van eyck'in tabiriyle:) "in-betweening"e soyunsun istemiştim mimar ve mimarlık.. konut alanı/yerleşim projesiydi, deprem sonrası.. ekolojik bir duyarlık vardı (ağaçlar biraz onla ilgiliydi gibi hatırlıyorum), ama aynı zamanda oradaki sosyal karşılaşmalara aracılık eden bir yer olsun, insanları biraraya getirsin istemiştim.. bunun yollarını araarken de epiy zorlanmıştım.. günkut bey'e gittim, o da bana neydi o adamın adı ya, neyse önerdiği kitap da esasında sağduyu mağduyu bişeyler öneriyord, her zamanki şeylerdi ve somut bişey yoktu.. sonra ben farklı perspektifler üretmeye çalıştım, ortak mekanlar ve ticari mekanları konut çubuklarının kırılma noktalrına yerleştirip sürekli yollar oluşturdum, bir de kış bahçeleri yapmıştım.. yani gitmesi güzel olacak ortak sosyal mekanlar koyup gerisini de kullanıcılara bırakmak.. ama daha ötesini yapmak istiyordum.. şimdi şunu biliyorum: bu orda mimarın iyiniyetle programa ekleyeceği mekanlardan önce, oradaki topluluğun yapısıyla ilgili. bu kararları da orada yaşayacak topluluklar veiyor olmalı, ayrıca görüşlerin sürekli değişeceği hesaba katılarak müthiş bir esneklik ve uyarlanabilirlik olmalı.. orada asıl yapmam gereken katılımcı bir tasarım-üretim sürecinin kurgulanmasıydı, projeyi tasarlamamalıydım, sadece süreci araştırmalıydım! kendimi devletin iş verdiği ve onbinlerce kişinin yaşayacağı bir bölgeyi kendi sorumlu uzmanlık bilgisi/yaklaşımları üzerinden masterplanlayıp avanprojeleyen bir teknokrat/profesyonel pozunda kurmayı kabul etmemeliydim. mimarlık aracılık etmez, zaten mimarlık diye sabit bir varlık yoktur ki... mimar karakterini bedenlendiren aktörler ise mekanın yaşamı beslemek üzere dönüştürüleceği süreçlerin tüm katılımcılarından biridir yalnızca.. şimdi böyle düşünüyorum... ağaçlarda sorun yok. ve "ağaçları böyle dikerseniz böyle olur..." diye o hayali toplantıda insanlara birikimini/görüşlerini aktaran bir mimar hoş bir tablo. ama "tamam dikelim/dikeyim" diyecek olan tek başına mimar değil.

kozmonot Lar dedi ki...

evet ya! işte bu... sen bize biraz yukarda aktardığın gibi şeylerden bahset -sen olma mıydı... :)

üniversite tamirci atölyesi değil ki her musluğa göre bi civata üretmeye koyulsun... genç-mimarlar da çırak değil - bazen kendilerine bu modern çağ öncesi kurgulara kolayca oturtsalar da.. - yani demek istiyorum ki piyasaya eklemlenme meselesinde, öncelikle, üniverstenin bi özerkliği var, "self-reflection" akademinin işi... yani ben ne yapıyorum üzerine düşünmek. (piyasaya eklenmeli ama nasıl eklemlenmeli ve dahası piyasaya nasıl eklemlenilir). öyle olmasaydı, mimarın yanındaki çıraklıkla başlayan bi eğitim devam ederdi.üniversite yapılan işin de sorgulandığı bi kurum olarak doğdu. dolayısıyla üniv. sistem içinde sürekli bi özerklik talebidir temelde, bu talebi tekrar tekrar önesürmek zorundadır, bu özerkliğin alanı daralabilir-genişleyebilir farklı zamanlarda. ama önemli olan bu talebi unutmamak diye düşündüm şimdi.

ama mimarlık mesleğinin piyasaya acilen eklenmesi taraftarıyım: eh onun da modern bi prefession olma zamanı geldi artık :)şöyle ki:

ben bi büroda işe başlamadan önce, modern-öncesine ait çalışma şartlarında çalışmam, görev tanımımın ve çalışma saatlerim belli olmalı demiştim. 8 saat çalışma hakkı için onca mücadele edildi sonuçta, benim buna saygım var felan türevi bişeyler söylemiştim, adamların çeneleri düşmüştü... daha önce böyle bişeyle karşılaşmamışlardır büyük ihtimalle, komikti. - tabi bu durumda ben de benim memlerim çoğalsın istiyorum temelde :)

çünkü şöyle bi durum var; bugünkü biçimiyle mimarların piyasaya eklemlenme biçiminde temelde bi sakatlık var. endüstri öncesi zanaatçılık mindset'ini yeniden üretedurmaktalar... bu mindset, üniversitede kalıplanıp, çoğaltılıyor.

okulda heyecan veren "atölye", iş yerinde yeniden kuruluyor -çünkü zihinlere yerleşiyor ve norm oluyor. bu durumda kimse endüstriyel-piyasa şartlarına "uyumlu" bi çalışma düzeni talep edemiyor -ne ironi ama değil mi? mimar özne, yani "piyasanın kurdu" diyelim, modernizmin heroic karakteri, büroda sanki bi 18.,19.yy atölyesinde çalışan bi çırak. hiç bi talebi yok, yüce bi zanaatin gayretkeş acemisi o..

mimarlığı "zanaat" olarak kurmaktan vazgeçmek gerek öncelikle... mimarlığı modern bi profession olarak tanımlamak -en azından. bütün bu söylediklerinin ve söylediklerimin benim için kilit noktası bu aslında... araştırma, bilim, ve daha çok mühendislik en azından mimarlık mesleğini 21.yya ait diğer meslek kollarının arasına yerleştirebilir ki bu da mimarı çalışma hayatında daha güçlü bi özne yapar her anlamda...

özetle benim demek istediğim şu: mimarlık lütfen, bi zahmet şu piyasa koşullarına eklemlensin yahu!

gönülsüz dedi ki...

.. hm bu bende neo-liberalizm'i biraz çalışma isteği doğurttu (harvey'in bir kitabı var gigpedyadan indrdim) regancılık tetçırcılık, özalizm..... çünkü 19.yy'ın şartlarına bir geri dönüş sürekli dayatılmakta.. üniversiteye de.. sürekli, "işte bakın çin, ondan sonra da afrika işgücünün rekabeti" deyip deyip soğuk savaş propagandası sayesinde bahşedilen "insani haklar" ve "çalışma hakları"ndan geri adım atılsın diye iş çevreleri bastırıp duruyor.. üniversiteye de.. ve yeni yök yasası bunla ilgili.. ve insanlar tuhaf biçimde verimlilik ve aşırı üretimin kutsanmasıyla ilgili liberal argümanlara/memlere o kadar teşne haldeler ki, üniversitenin üretimi artsın ve kapitalist bir bilim pazarında popülerlik indeksi yükselsin gibilerinden, aslında oldukça tanımsız bir şartlanma ile, onaylamaya hazırlar, iş güvencemizin ve piyasadan özerkliğimizin (ki devlet aygıtından özerk olamasak da piyasadan bir nebze ayrı gibiyiz hala) ortadan kalkmasını...

öyle bakınca, bugün bir beyaz yakalı olarak mimarın çalışma haklarından yoksun olmasında şaşırtıcı bir yan yok, dünya konjonktürü ve piyasa koşulları böyle dayatıyor bugün. yarın da başka türlü dayatacak soğuk savaş bitmeden batı kampında (ve bizde) başlamıştı bu süreç.. soğuk savaşın ardından da globalizasyon adıyla dünyaya yayıldı.. eklenen eklemlenmiş.. ama burada biz bu koşulları yorumlayıp ona göre davranmakla ilgili makro karar alma süreçlerine asla katılamıyoruz.

gönülsüz araşt. dedi ki...

bir de schön'ün 1983 kitabındaki yeni reflektif-profesyonel tarifini aktaracağım elim değdiğinde.. önce erken modern profesyoneli tarifliyor, sonra da bize biçilen roller son 30 yıla gelindiğinde nasıl değişmiş onu yorumluyor.. tabi bunun yüksek eğitimi ve üniversitenin gelişimini, araştırma ve meslek eğitimi ilişkilerini baştan aşağı tanımlayan/dönüştüren yaklaşımlarla çok ilgisi var..

kozmonot Lar dedi ki...

ben bu shön'ü okumadım önemli bişeyler söylüyo gibi duruyor... bi ara bakmak isterim...

belki politik mevzularla mesleki mevzuları acılı bi cerrahi operasyonla ayırmak gerekmiyordur diye geçiyor benim içimden. bi miktar tutarsızlıkla işler daha iyi gidiyor gibi. politik özne ve meslek adamı özneyi ayrı kurgulamak bireysel olarak bi başarı duygusu verebilir insana ki bu da fena bişi değildir bazı durumlarda... (yani iki alanda ayrı ayrı bi yol alındı duygusu) ama diğer yandan şiddetli krizlere de sebep olabiler...
ben tek bir öznenin kendi tutarsızlıklarına katlanmak pahasına parçalı yapısıyla uyumlu çalışması taraftarı olmaya karar verdim... ameliyat herzaman en son seçenek olarak düşünülmeli - toktorların dediği gibi tabi cerrahlıktan para kazanmayanların :)